Osman Bey Karaca Hisar'ı fethedince, eski sakinler hisardan çıkıp gider. Şehrin evleri boş kalır. Bunun üzerine Germiyan ilinden ve başka yerlerden hayli adamlar gelip Osman Gazi'den ev isterler. Osman Gazi de evleri taliplilere verir.
Bu meseleyi Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde anlatır. Anlatıcı şöyle devam eder: “(Şehir) az zamanda mamur oldu. Birçok kiliseleri de mescit yaptılar. Pazar da kurdular. Halk toplanıp ‘Cuma namazı kılalım ve bir kadı isteyelim' dediler. Dursun Fakı derler bir aziz kişi vardı. O halka imamlık ederdi (…) Halk razı oldu. Kadılığı ve hatipliği Dursun Fakı'ya verdi. Cuma hutbesi ilk önce Karaca Hisar'da okundu. Bayram namazını orada kıldılar. Bunun tarihi hicretin 699'unda (Milâdî: 28 Eylül 1299- 15 Eylül 1300) vâki oldu” (Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Nihal Atsız, Ötüken Yayınları, 2011: 30-31).
Derviş Ahmed Âşıkî, Osmanlı devletinin kuruluşu öncesinde Anadolu'ya dört zümrenin misafir ve seyyah olarak geldiğine de değinir: “Bu Anadolu'da misafirler ve seyyahlar arasında dört tayfa vardır ki anılır. Biri Anadolu Gazileri, biri Anadolu Ahıları, biri Anadolu Abdalları, biri de Anadolu Bacıları” (Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Nihal Atsız, Ötüken Yayınları, 2011: 206).
Ahmet Yaşar Ocak, bu dörtlü tasnif hakkında şöyle yazar: “Köprülü'nün bu dörtlü sosyal taban izahı, 15. Yüzyıl tarihçilerinden Âşıkpaşazâde'nin Tevarih-i Âl-i Osman adındaki ünlü eserine dayanır. Yani Köprülü'nün temel aldığı kaynak Âşıkpaşazâde'dir. Daha sonra öğrencisi merhum Abdülbaki Gölpınarlı başta olmak üzere, sonraki büyük âlimler ve –ben de dâhil– bugünkü kuşağa mensup araştırmacılar, bu tasnifi ve yaklaşımı aynen benimsemişler ve sürdürmüşlerdir (…) Bugün artık bu zümreleri sadece dört gruptan ibaret saymanın yanlışlığı ortaya çıkıyor. Mesela kanaatimizce İmparatorluğun hukukî ve idarî organizasyonunu gerçekleştiren asıl fakılar (fakihler) zümresinden bahsetmek lâzım gelir. Belki Âşıkpaşazâde'nin tasnisine bir de Fakıyan-ı (Fakihan-ı) Rum şeklinde bir beşinci zümre eklenmelidir. Bu zümre bugüne kadar ne yazık ki dikkati çekmemiş ve bu yolda araştırmalar yapılmamıştır. Âşıkpaşazâde'nin bizzat kendisi, kroniği yazarken kullandığı materyal arasında, evinde misafir kaldığı Yahşi Fakih'in hediye ettiği kendi eseri Menâkıb-ı Âl-i Osman'ı kullandığını söylüyor. Onun babası, Orhan Gazi'nin imamı İshak Fakih'tir (…) Şeyh Edebalı'nın bir başka damadı Dursun Fakih denilen şahsiyet de bunların meşhurlarından biridir (…) Onların mesaisinin devletin teşekkülüne yaptıkları katkı büyüktür. Ama Âşıkpaşazâde bunlardan bahsetmiyor. Bunun sebebi bizce oldukça açıktır: Çünkü bilindiği gibi Âşıkpaşazâde bir derviştir ve Baba İlyas-ı Horasani gibi 13. yüzyıl Anadolu'sunda çok mühim tarihi roller oynamış bir şahsiyetin torunlarındandır” (Ahmet Yaşar Ocak, Yeniçağlar Anadolu'sunda İslâm'ın Ayak İzleri-Osmanlı Dönemi, Kitap Yayınevi, 2012: 14-15).
Biz de bundan önceki pek çok yazımızda şöyle demiştik: “Müslüman toplumların yaşadığı kentlere “İslam şehri” demiyoruz. Müslümanların din-iktisat ilişkilerini hukuk-adaletle tesis ettiği toplumsallığa “medine” diyoruz. “İslâm Şehri” fıkıhla hareket eden toplumun adıdır. Medine / şehir, bir adalet yurdudur.”
Mustafa Şentop da, 13. yüzyılda kadılık müessesinin teşkilini “devlet öncesi bir ulema-fakih sınıfı”nın varlığına dayandırır: “Osmanlı Beyliği, tarih sahnesine çıkışıyla birlikte, bünyesine uygun bir siyasî / bürokratik yapıyı da oluşturmaya başlamıştır (…) Bu bakımdan beylikler istiklal yolunda ilerlerken, siyasi / sosyal / bürokratik bakımlardan ihtiyaç duydukları kurumları bulmakta veya ihdas etmekte zorluk çekmemişlerdir (…) Osman Gazi döneminde, beyliğin idaresi altındaki yerlerde kadıların bulunduğunu, yeni fethedilen yerlere de kadı tayin edildiğini biliyoruz. Unutmamak gerekir ki, ulema sadece medresede öğretim faaliyetinde bulunan kişiler değildi; her şeyden önce hukukçu olmaları sebebiyle devletin işleyişinde yer alan, bizzat görev yapan idareci / bürokrat kimliğine de sahipti (…) Osman Gazi, hem bürokratik yapıyı kurarken hem de devleti yönetirken, özellikle istişare mercii olarak ulemadan devamlı surette istifade etmiştir (…) Orhan Gazi, ulemadan Alâeddin Esved'i ziyarete gitmiş, talebeleri arasından ordu ile sefere katılacak ve karşılaşılan şer'î meseleleri halledecek bir kişiyi görevlendirmesini istemiştir. Talebelerden istekli çıkmayınca, Alâeddin Esved (Çandarlı) Kara Halil'i seçmiştir (…) Orhan Gazi fetihten sonra İznik'te bir medrese yaptırmış, ilk müderris olarak da Davud-ı Kayseri'yi tayin etmiştir” (Mustafa Şentop, Osmanlı Yargı Sistemi ve Kazaskerlik, Klasik Yayınları, 2005: 18-19).
Anlaşılan o ki, Türkmenler Anadolu'ya Nurettin Topçu'nun zannettiği gibi “göçebe” ve “tüccar” olarak gelmediler. Anadolu'yu yurt tutan Türkmenlerin Gazi / Ahî / Abdal / Bacı teşkilatları olduğu gibi ulema yetiştiren Fakıyan-ı (Fakihan-ı) Rum zümreleri de vardı. Türkmenler Anadolu'ya şehir=medine teolojisi ile geldiler. Bu teolojinin Türkmenlerin “ırk karakteri”, “soy kültürü” olduğu fikri ise yanlıştır. Mesleklerin pirleri nasıl peygamberler ise, adaletin öğreteni de Allah'ın hikmet verdikleridir: “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir” (2 Bakara 269).
Bu teoloji, Hz. Peygamber (asv) tarafından Hz. Ali'ye (ra) ve Ehl-i Beyt'e öğretilmişti. Arap ırkçıları (Emevî-Abbasi umrancıları) tarafından Arabistan'dan çıkarılan Ehl-i Beyt mensuplarının Horasan'da karşılaştığı Türkmenler, şehir=medine teolojisini benimsediler.
Unutulmamalıdır ki Hz. Peygamber (asv) de Yesrib'e bir “melik (sultan / devlet)” olarak değil, “fakih (hakem)” olarak gelmiştir. Bu bir “umran ilmi” değil, “şehir=medine=adalet vatanı ilmi”dir.