Şair ve mimar Cengiz Bektaş doğup büyüdüğü coğrafyanın birikiminden ve yaşama kültüründen yola çıkarak Türk Evi kitabını kaleme aldı.
Yem Yayınları arasında çıkan kitapta Bektaş, Balkanlar'dan, Adalar'a oradan tüm Anadolu'yu gezerek yaptığı araştırmaları ve hikayeleri derleyerek hayatımıza ev ekseninden ayna tutuyor.
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi kitabı, yazarın ‘ev' kültürünü tanıyabilmek için Anadolu'da yaptığı gezilerden birinde Antalya'da 80'lik ustaya ‘Yapılacak işi nasıl tasarlardınız?' sorusuna aldığı cevapla başlıyor.
Ustanın verdiği cevaptan anlıyoruz ki, Antalya yöresinde eğer bir kişi ev yaptırmaya karar verdiyse sora araya bulduğu ustanın evine önce bir çuval buğday gönderirmiş.
Usta böylece o kişinin kendisine ev yaptırmak istediğini anlarmış.
Usta işi yapmaya gönlü varsa buğdayı alıkoyarmış.
Böylece iki aile arasında gidip gelmeler başlar ve usta aileyi iyice tanımak istermiş.
İş verenin hali vakti yerinde mi, çocuğu var mı, daha olacak mı; bunları öğrenirmiş. İşveren de ustaya isteklerini bildirir, kimi isteklerini de bildiği bir örneğin yanına götürüp göstererek anlatırmış. Cengiz Bektaş, ustaya ‘Ya kötü bir şey gösterirse?' diye sorduğunda aldığı cevaba şaşırıyor: ‘Göstereceği kötü bir şey yoktu ki.'
Geleneği ve kültür birikimini anlatan bu cevap bir bakıma mesleği meşk eden ustaların bilgisini üniversal kent ve konut ideolojisine dair akademik, disipliner, hesap- kitapçı bilgisinden ayrıştırıyor, irfana dönüştürüyor ve kitabın adı olan Türk Evi'nin hususi değerlerini de ortaya çıkarıyor.
Cengiz Bektaş'ın Türk Evi hakkında yazdıkları bu evin Kuzey Mezopotamya (Çayönü), Orta Anadolu (Aşıklı Höyük), Çatalhöyük, Denizli- Çivril (Beycesultan), Likya gibi örnekleri esas aldığı fikrine bağlanıyor. Böylece anlıyoruz ki Priene'nin avlulu ev hayatı geleceğin Türk evine esin kaynağı olmuştur. Çayönü evlerinin yerden biraz kaldırılarak altının havalandırılması, nemden korunmayı amaçlayan teknikleri geleceğin evlerine örnek olmuştur.
Bektaş'a göre kamışlardan örülmüş kulübe duvarlarının deri ya da postla değil de killi çamurla sıvanması da 9.500 yıl kadar önce Çayönü'nde (Diyarbakır- Ergani arasında) gerçekleşiyor.
Kimi araştırmacılara göre bu yöntemle ilk evi kadın yapmıştır. Zaten şunu kim inkâr edebilir: Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın erkeğin vatanıdır.
Bektaş, avlulu evin bir açıdan evin içinin kadın, sokağın-kentin erkek olarak ayrımını oluşturduğunu işaret eder ama başka bir açıdan da avlu sayesinde ‘evin içi'ne güneşin, bahçenin katıldığı yorumunu getirir. Bu ikinci yorum kadının kent mekânında kullanım alanını arttıran, ‘saklı bahçe'sini genişleten bir yorumdur da sanırım. Hafta sonlarında ağaç altı bulabilmek için kentten kilometrelerce uzaklara kendini atan insana, evinin yanıbaşında yer tahsis etmektir. Roma, ne kadar bastırırsa bastırsın Anadolu'yu Latinleştiremiyor diyor Bektaş. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile mimarlar, yapıcılar işlerini yapmayı sürdürdüler; kimileri Müslüman oldular, adlarını değiştirdiler, işlerini değiştirmediler.
EVİMİZ HAYATIMIZDIR
Bektaş bu noktadan sonra her ne kadar Türk Evi demiş olsa da onun Yunanistan'da Yunanistan Evi, Makedonya'da Makedonya Evi, Filibe'de Bulgaristan Evi denileceğini söylüyor. Bu tıpkı ‘Üsküdar'a Gider İken' ezgisinin Midilli'de, Arnavutluk'ta, Makedonya'da Sırbistan'da hem de ‘Bizim dinsel ezgimiz' denilerek sahiplenilmesi gibidir.
Kitabın İlkeler başlıklı bölümünde yazar, Anadolu'yu, Balkanlar'ı, Kahire'yi, kimi adaları dolaşarak incelediği örneklerin yaşlarının 100-200 yıl arasında olduğunu saptar ve bu örneklerde Doğu Anadolu'dan Yugoslavya'ya dek benzer ilkeler bulunmasının rastlantı olmadığını söyler.
Anadolu'daki değişik uygarlıkları birleştiren Osmanlı yönetimidir yazara göre. Böylece Makedonya ile Kuzey Mezopotamya'da ev kültürünü birbirine benzeştiren temeli Osmanlı'nın yönetimi altındaki dil, din, ayrımlarını aşıp ortak bir pazar birliği, yaşama kültürü oluşturma becerisine bağlar. Yazar, incelediğim evler diyor, doğayla savaşmadan ona uyuyor, doğanın kan dolaşımı içinde kalıyor.
Bu evi yapan insan, kainatı kendisi için yaratılmış düşünmüyor. Kendini onlarla birlikte var olan biri gibi görüyor. Kuşlara da ev düşünüyor. Konu komşuya gösterişi, tekebbürü ayıp sayıyor ve kokusu giden yemekten bir kap da komşuya gönderiyor. Çünkü ev almıyor, komşu alıyor.
Bütün evler gün doğusuna bakıyor. İzmir evlerinin cumbaları diyor yazar, kışın ısı kaynağı ve yazın ısıyı yalıtıcıdır.
Yani en az erke (enerji) tüketilen evlerdir. Batılıların ‘eco mimarlık' dediği şeydir. Yerleşmede topografyaya uyuluyor. Kimse kimsenin içine bakmıyor. Kimse kimsenin havasını, güneşini, göz hakkını (bakışını) kesmiyor. Kimse kimseyi kirletmiyor. Bu evlerin en önemli özelliklerinden biri de diyor, tasarlanmaların içten başlaması ve dışa genişlemesidir. Enfüsten afâka. Önce işlev çözümleniyor. Bir de tutumluluktan bahsediyor. Genellikle iki ya da üç çekirdek aileyi (ana- baba, oğul- gelin, kız- damat) barındıran bu ev; iyi belirlenmiş, mahremiyete halel getirmeden ortak kullanımlar, alanlar açıyor. Bütün gün kullanılmayan, kilitli tutulan bir oylum bulunmuyor bu evlerde.
MİSAFİR ODALARI YOKTU
Günümüz misafir odası algısına izin verilmiyor.
Çamaşır yıkama, hamam, mutfak işleri ortak çözülüyor.
Kollektif hayat tutumluluk zihni ile inşa ediliyor.
Yağmurun damlası bile boşa gitmiyor, bacadan çıkan duman bile sıcaklığından yararlanılmadan havaya bırakılmıyor.
Gerekmeyen yerde çivi kullanılmıyor. Uzak yerlerden inşaat malzemesi de getirilmiyor, çevrenin gereçlerinden ev yapılıyor.
Evler birim birim büyüyebiliyor ya da sonradan bölünebiliyor. Bektaş, eski evler bölünerek ayakta kalmayı başardı diyor; hadi yeni apartman dairelerini ikiye üçe bölün. Bölemezsiniz. Bu ilkelerin yoksul ya da varlıklı kişilerin evlerinde geçerli olduğunu söylüyor Bektaş.
Kitabın sonunda ise yeni kent uygulamalarının yaşama kültürünü bırakmadığından şikayet ediyor. Yalnızca para amaçlı uygulamalar sosyal yapıya zarar vermektedir, diyor. Yazara göre bu aşamada bir hesaplaşma yapmak kaçınılmaz. Kitap zengin fotoğraf, kroki, çizim, detay malzemeleriyle Türk Evi'ni görsel olarak da gün yüzüne çıkarıyor.
Lütfi Bergen değerlendirdi.