Ahîliği “meslek erbabının mal üretimi için teşkilatlanması” sayan geniş entelektüel kesim, onların ürettiği malın yüksek kalitesinden de bahsetmekte ve “tüketici hakları”nın korunduğu bir pazar yapısının meslek erbabının oto-kontrolüyle kurulduğuna işaret etmektedir. Ahîlik, iş ve çalışma hayatının dinamiğiyle ilgili “kurumsal” bir mesele gibi görülmektedir. İsmet Uçma'nın bu yaklaşımı savunduğunu görmekteyiz:
“Ahîlik geçmişte dinî-ahlâkî, toplumsal, kültürel-eğitsel, ekonomik-sınaî, işçi-işveren ilişkileri, tüketici hakları, ülke savunması-asayiş, ülkenin tanıtımı-turizm, uluslararası ilişkiler, ticaret gibi çok yönlü ve çok boyutlu komplike bir kurum olarak işlev görmüştür. Ne var ki, bilim ve teknolojinin gelişmesi, bilişim ve iletişimin artması sonucu bu alanların her biri başlı başına bir kurum haline geldiğinden, bugün Ahîlik, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir durumda değildir. Ancak bu, söz konusu kurumun günümüze verecek hiçbir şeyi olmadığı anlamına gelmez. Aksine, Anadolu Türk toplumunun bünyesinde varlık ve etkisini yüzlerce yıl koruyan ve hâlâ yerine daha iyisi konulamayan Ahîlik kurumunun, insanı yalnızca ekonomik bir varlık olarak gören çağdaş sistemlerin uygulandığı günümüze verebilecek çok şeyi bulunduğu söylenebilir” (İsmet Uçma, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahîlik, İşaret Yayınları, 2011: 163).
İsmet Uçma'nın ahîliğin kurumsal işlevi bağlamında zikrettiği kavramlar, Ahîliğin hayat bulduğu tarihi devirlerde, “pabucu dama atılma” sebebi sayılacak mana kaybı anlamına gelmekteydi. Alıntı yaptığım paragrafta zikredilen kavramların hemen tamamı için bu iddiamı temellendirebiliriz. Sanıyorum metinde geçmeyen “Eşya” kavramına yoğunlaşarak Ahîliğin anlam dünyasına yaklaştığımızda söylemek istediğim daha iyi kavranacak.
Büyüklerden İbrahim Nehaî, “Hikmet, eşyanın manalarını bilip anlamaktır” demiştir. Hz. Âdem de “Ve Alleme Âdeme'l-Esmâe Külleha” (2 Bakara 31) ayeti mucibince eşya (ŞEY) bilgisine sahip olduğunda meleklerin kendisine secde ettiği varlığa dönüşmüştür.
Ehl-i Beyt'i müdafaa ederek ona talip olan Türkmenlerin, seyyid ve şeriflere verilen hikmeti hayat edinerek Anadolu'yu şenlendirmeleri sırasında ortaya koydukları iktisadî faaliyetlerin günümüzün emtia bilgisine benzemeyeceği de ortadadır.
Bu manadan bakan büyükler günümüzün tüketim maddeleri ve metalarıyla hiç de bağı kurulamayacak bir eşya tasavvurundan bahsettiler.
Abdülaziz Mecdî Efendi, “Eşya, hakkın aynasıdır” derken Elmalılı Hamdi Yazır “Haricen sabit ve mahsus olan cevher ve araz; mevcudatın her biri, her nevî mevcudat” demekteydi. Hattâ, “Hâliku'l eşya” diyerek eşyanın Allah tarafından yaratılmışlığına işaret buyurarak Rabbi'ni “Eşyayı Yaratan” olarak zikretmekteydi (Elmalılı Hamdi Yazır, Alfabetik İslâm Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kâmusu, Eser Neşriyat, c: 5, 1997: 85-86).
Abdülaziz Mecdi Efendi eşyayı şöyle de anlatmış:
“Eşya dediğin şu müncemid nûr / Eşkâl-i bediâ-i cihandır.”
(Müncemid: donmuş; bediâ: nadide ve güzel)
Modernitenin emtia anlayışının ise “eşya”yı değil “meta”yı kullanıma açtığı hususuna sanıyorum kimse itiraz etmeyecektir. Bu durumda eşya üreten Ahîliğin, Batı'nın mal-meta-tüketim maddesi imal eden üretim teknolojileri ile uzlaşmaz bir çelişki yaşayacağı hususunu göremiyor muyuz?
Batı'nın tabiatı sömürmek için dizayn ettiği işkence teknojilerini, “sanayi” ya da “endüstri” adıyla Ahî topluluklarının zihin dünyasına, varlık coğrafyasına sokmanın meydana getirdiği tahribat entelektüel zehirlenme nedeniyle kavranamamaktadır. Bu tahribat nedeniyle biz artık “HİKMET” dediğimiz mana âleminden kopmuş durumdayız.
Eşyayı “tereke defterine giren mal ve kıymetler” şeklinde de tarif edebiliriz.
Dikkat edilirse günümüz insanının tereke defterine kayıtlı mal ve kıymetler artık sadece gayrımenkul, motorlu taşıt ve banka hesaplarındaki değerlerden ibaret kalmaktadır. Gündelik hayatın gereği mal ve gereçlerin tereke defterlerine kaydedilemeyecek derecede dayanıksız olduğu ve hattâ bunların daha imal edilirken “eskime ömrü”nün imalatçı tarafından belirlendiği hatırlanmalıdır.
Diğer değişle modern imalat zihniyeti, daha fabrikadan çıkmadan malı “arızalı ürün”e dönüştürmekte ve müşteriyi de “parası kapılacak tüketici” olarak kodlamaktadır. Modernitenin sanayi-endüstri zihniyeti, eşyayı, “müncemid nûr - donmuş nûr” nazarıyla tasavvur edememekte, onu metalaştırarak kullanımın süresini vergilendirmektedir. Bu nedenle elde edilirken borç doğuran ama ambalajı açıldığında artık eşya değeriyle değil zaman değeriyle kıymetlenen bu metaların miras bırakılması mümkün olmamaktadır.
Oysa geçmişte Ahîliğin ürettiği mal ve eşyaların tereke defterlerine girdiği, mahkemece sayılıp, hesabının yapılıp miras hisseleri oranında mirasçılara paylaştırıldığı bu sahada yapılmış araştırmalarda ortaya konulmaktadır.
Ahîlik, “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile ve belirli bir süre için yarattık” (46 Ahkaf suresi 3) ayeti mucibince eşya imal ediyordu. Bu kapsamda şöyle de denmiştir: “Ev eşyanız kırıldığında öfkelenmeyin. Çünkü sizin gibi onların da eceli vardır.” Yerde ve gökte olanların ecelini tayin eden Allah'tır. Batı, mal ve eşyaların ömrüne karar vererek kendisini tanrılaştırmakta ve Batı-dışı toplumlara bu tanrılaşmanın sanayi-endüstri zihniyetini zerk etmektedir.
Türkiye'de Batı'nın emperyalist saldırıları karşısında halis ve hasbî niyetlerle söylem ve pratik üretmeye çalışan “öncü kuşak” entelektüellerimiz bu bağlamda “sanayi hamlesi”, “fabrika üreten fabrika” kavramlaştırmalarını yaparken yukardan beri izah etmeye çalıştığım anlam dünyasından kopmuştur.
Demek ki, Batı'nın Batı-dışı toplumlara üretim mantığı itibarıyla “arızalı ürün” olarak imal edilen sanayi mamulleri verip kamyonlarca buğday alması bizdeki “Hikmet krizi”nden kaynaklanmaktadır.
Batı'nın sanayi-endüstri teknolojisi eşya imal edemiyor. Eşya olamamış bu metaları “eşya” zannıyla kavrayıp, kullanmaya rıza geliştirmek ve üstüne bu imalat zihniyetini “ulaşılması gereken medeniyet ölçüsü” saymak nedeniyle Müslümanların dünya sisteminde (irabda) mahalli yoktur.