“Ahlâk değerleri, toplumda zaman içerisinde yerleşen ve toplumun üyeleri tarafından kabul edilen kurallardır” fikrini savunan bir görüş var. Bu görüşe göre “Hem hukukun hem de ahlâkın kural ve değerlerinin merkezinde insan yer almaktadır.” Ancak değer ve kuralların toplumdan topluma ve aynı toplum içinde değişmekte olduğunu görmekteyiz. “Değişen değer” anlayışı, bizi “değerlerin sübjektifliği”ne yani insan tekine göre içeriğinin yeniden doldurulabileceğine, “her şeyin her bireye göre farklı ölçülebileceği” fikrine sürükleyecektir. Bunun “etik nihilizm” anlamına geldiği söylenebilir. Herkesin kendi doğasını ahlâk ve hukuk değerinin kaynağı olarak görmeye namzet olan bu “etik sübjektivizm” karşısında “doğa düzeni”ni savunan bir Tabiî hukuk/doğal hukuk kuramı geliştirildi. Böylece insanın insan olmasından (yani insanın doğasından) kaynaklanan “doğal hak”lardan oluşan “doğal hukuk”la insanın kendi koyduğu, kendi bulduğu hakları içeren “pozitif hukuk” arasında ayrıma gidildi. Sofistler bu ayrımı yapan ilk filozoflar olarak “Herkesi bağlayan yasalar ancak ve ancak doğal olan yasalardır” demiştir. Sofistlerden Antiphon, doğal hukuk ile pozitif (insanların koyduğu) hukuk arasındaki karşıtlığı işaret ederek sanılara (doxa) dayanan “konulmuş” (pozitif) yasaların güçsüz olduklarını belirterek insanların “doğadan eşit oldukları” kuralını çıkarır (Nursel Tüccar, Doğal Yasa Geleneği ve John Finnis, Otorite Yayınları, 2014: 18-20).
Sofistlere göre “Doğa düzeninin değişmeyen kanunları hem olayları hem de insan topluluklarındaki olayları düzenler. Çünkü bu topluluklar da “doğanın parçasıdır.” O halde hukuk düzeni, gerçekte büyük evren düzeninin parçasıdır. Bu hukuk, yalnız insanlara özgü değil, ister karada, ister denizde doğmuş olsun, kuşları da içine almak üzere, bütün canlıları ilgilendiren bir hukuktur. Bu kanun tabiata uygun her yerde var olan, değişmez ve kesindir. Tabiat (ya da Tabiî ilişkiler) değişmedikçe, onun ifadesi olan kanunlar da değişmez. Bu kanunlar yazılı değildir, onları insanlara “doğa öğretir” (Ernest Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1996: 76-77).
Stoacılığın temel ilkesi “Doğaya göre yaşa”dır. Çünkü evren, “doğa yasası” tarafından yönetilmektedir. Doğal yasa, insan doğasının da yasasıdır. Stoacılara göre evrenin parçası olan insanın doğasına en uygun yaşam “doğaya” uygun olan yaşamdır. Aynı şekilde erdemli bir yaşam da Herakleitos'un da ifade ettiği şekliyle doğayı düzenleyen yasa olan Logos'a uygun yaşamakla mümkündür. Bu yasa, insanı diğer bütün hayvanlardan ayıran yeti (meleke, insanda doğal olarak bulunan yapma gücü) olan akılla kavranabilir.
Tabiî yasa-Tabiî Hukuk fikrinden etkilenen Cicero'ya göre erdem, mutluluğun temel dayanağıdır. Buna ulaşma yolu da insanın kendisiyle ve doğayla uyum içinde olmasıdır. Bütün insanlar için geçerliliği olan bir “Doğa Yasası” vardır; bu yasa nedeniyle öldürmek, çalmak, yalan söylemek, zina etmek toplumların / hükümdarların / hâkimlerin yasakları nedeniyle değil “Doğal Hukuk” gereği kerih görülmüştür. Ayrı ayrı toplumların hukuklarında aynı “Doğal Hukuk ilkeleri” bulunmasının nedeni budur. İnsan, doğaya Tanrı tarafından koyulan bu bilgileri/yasaları, aklıyla elde etmektedir. Böylece, insan aklı, kendisini/toplumu/tabiatı yönlendiren ve yöneten bu ilkeleri alarak Tanrı ile bağ kurar. Yasa, evrensel akıldan doğar. Doğal olan akla uygundur. Hakiki yasa, doğaya uygun olan “Doğru” akıldır. Evrensel kaynak “Doğa”nın kendisidir. Bu yasa, bütün dünya insanı ve yeryüzü coğrafyası için geçerlidir, evrenseldir, değişmez. Fakat doğada bulunan bütün yasalar, “Doğal Yasa” değildir. Sadece belli kriterleri bir arada bulunduran yasalar “Doğal Yasa”dır.
Cicero, Tabiî Hukuk kurallarını aşağıdaki gibi sıralar: 1) Tanrılara tapınma görevi (religio); 2) Aileye ve vatana saygı borcu (pietas); 3) Hizmet edenlere minnet borcu (gratis); 4) Büyüklere saygı borcu (observantia); 5) Haksızlığa karşı savunma hakkı (vindicatio); 6) Sözünde durma borcu (veritas).
Romalı hukukçu Ulpianus da bu ilkeleri şöyle tasnif etmiştir: 1) Dürüst, namuslu yaşamak (honeste vivere); 2) Kimseye zarar vermemek (alterum non laedere); 3) Herkese kendisine ait olanı vermek (suum cuique tribuere). [Tüccar, 2014: 24-27; Hirş, 1996: 77-78].
Doğal Hukuk teorisinin “Dinî/İlahî Kaynaklı Tabiî Hukuk” fikri içinde de sürdürüldüğü görülmektedir. Ancak bu kez “Akıl” yerine “İnanç” ve/veya “İdeoloji” konulmuştur. Örneğin 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde bu hukuk teorisinin izleri bulunmaktadır:
“… doğa kanunlarının ve Tanrı'nın ona dünya güçleri arasında bağışladığı ayrı ve eşit yeri almak gereğini duyduğu zaman (…) nedenleri açıklamakla yükümlü kılar. Tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaradanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve bu hakların Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğa Erişme haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz.”
Bu bildiride 1) Yaşam, 2) Özgürlük, 3) Mutluluğa Erişme hakları, 4) Tüm İnsanların Eşit Yaratıldığı ilkesiyle birlikte ileri sürülür. Hukukun kaynağı sayılan bu ilkeler, görüldüğü gibi “inanç”la belirlenmektedir.
Benzeri şekilde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi metninin “Giriş” kısmında “İnsan Hakları”nın temeli sayılan “özgürlükler” bir “İNANÇ” konusu olarak gündeme getirilmiştir: “Aşağıda imzası bulunan Avrupa Konseyi üyesi hükümetler (…) insan hakları konusunda (…) aynı inancı taşıyan ve siyasal gelenekler, idealler, özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü konularında ortak bir mirası paylaşan Avrupa devletlerinin hükümetleri sıfatıyla (…) aşağıdaki konularda anlaşmışlardır.”
“İnsanların eşit yaratıldığı” konusunun “evrensel bir inanç” olduğunu ve Doğal Hukuk gereği ortaya çıktığını bu metinlerden anladık. Fakat Allah'ın insanları eşit yaratmadığını biliyoruz: “Onlardan kimini kimine nasıl üstün tuttuğumuzu gör / Unzur keyfe faddalnâ ba'dahum alâ ba'd” (17 İsrâ 21); “Allah insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmıştır / faddalallâhu ba'dahum alâ ba'dın” (4 Nisa 34). Bunu tabiî hayatımızda da görüyoruz.
Tabiî Hukuk'un “Hak” teorisi burada çatlıyor.