Lütfi Bergen

Devlet ve Hikmet

22.08.2016 05:06:15

İnsan, yalnız (tek başına-toplumsuz) yaşayamayan varlıktır. Toplumsallaştığı anda (ailede, üretim ilişkilerinde, mülke sahiplikte) devletin kuruluşunun ve işleyişinin vazgeçilmezliğine uğramaktadır. “İnsan niçin toplum halinde yaşar?”

Farabi, “Her insan, yaşamak ve mükemmeliyetlere ulaşmak için yaradılışta birçok şeylere muhtaç olup bunların hepsini tek başına sağlayamaz. Her insan, bunun için, çok kimselerin bir araya gelmesine muhtaçtır (…) Böylece her ferd, tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacını, ancak muhtelif insanların yardımlaşma maksadıyla bir araya gelmeleriyle elde edebilir” (Farabi, el Medinetü'l Fâzıla, MEB Yayınevi, 1990: 79) ifadesiyle insanın toplumsallaşmasını zarurî gördü. Demek ki insan yöneten-yönetilen ilişkisine uğramaktan kendini alamamaktadır. İki kişinin bir araya geldiği yerde dahi yöneten-yönetilen vardır. Bu, insanın zaafı (örneğin yaşlılığı) ve acizliği nedeniyle kaçınamayacağı bir kaderdir.

Kimi toplumlarda “insan insanın külüne muhtaç” durumdayken, kimi toplumlarda “insan insanın kurdu” olmaktadır. Bu anlamda Batı'dan farklılığımızı sürekli hatırda tutmaktayız. Bizim bin yıllık nizam fikrimizde insanımız, “birey” olmadığı için komşuları-akrabaları-mahallesi ile birlikte bir hayat kurar: İnsan insanın külüne muhtaç olur.

İnsanlığın bilincinde hangi inanca sahip olursa olsun bir “Doğal adalet (iustitia natura)” fikri vardır. “Doğal adalet (iustitia natura)” olmadan adalet mümkün değildir; doğal adalet'in yokluğu halinde menfaate dayalı düzenlemeler zuhur eder.

Milletin içinden bir egemenlikle ortaya çıkan devlet, toplumla sözleşme yapmadan önce, kendinde ve kendi için de facto sahip olduğu şiddeti, de jure kullanma hakkına sahip olur. “De jure”, hukuk / yasanın ne söylediğini; “de facto”, hayatın olağan akışındaki uygulamanın nasıl olduğunu belirtir.

Doğal hukuku “adalet” ve pozitivist hukuku “hukuka uygunluk” kavramı ile ele alabiliriz.

Doğal hukuk, yöneteni amaçlarının eleştirisi yoluyla yargılarken; pozitivist hukuk, yöneteni (yasayı), araçlarının eleştirisi aracılığıyla denetleyebilir. Doğal hukuk, “Non esse lex quae justa non ferit (âdil olmayan kanun, kanun değildir)” yaklaşımındadır ve pozitivist hukukun da ancak doğal hukuka uygun olması halinde adaleti sağlayabileceği fikrindedir.

Batı Ortaçağı'nda İlahi Hukuk, Doğal Hukuk ile eş anlamlı sayılmıştı. İslâmî anlamda “doğal hukuk”a dâhil edilecek “emir”ler İsra Sûresi 23-39 arasındaki ayetlerle Lokman Sûresi 12-19 arası ayetlerde zikredilmiştir.

Lokman Sûresi 12. ayette “Ve andolsun ki Lokman'a hikmet verdik” ve İsra Sûresi 39. ayette “İşte bunlar, Rabbinin sana hikmetten vahyettiği şeylerdendir” buyurulması göstermektedir ki İslâmî anlamda doğal hukuk tasavvuru, hikmet ile ilişkilendirilebilir.

Devlet, “meşru şiddet tekeli”ne yani “egemenliğin teknolojisine” sahiptir. Devleti meydana çıkaran milletin ise şiddeti ve teknolojisi yoktur; milletin hikmeti-irfanı, adalet ülküsü, ahlâkı, maişetini sağlayacak tekniği vardır.

Teknoloji, adaleti (ve millet içindeki muvazeneyi) ezebilir; teknik ise milleti, teknolojinin demirinden muhafaza etmeye her zaman muktedir değildir.

Yasa da, hukuk da (bu iki kavram birbirinden farklıdır) ve nihayet “de facto” işler de, “din”in “ahlâkı tamamlamak”la ilgili istikametine saygı duymak durumundadır. Devlet, kendini hikmete açarak adaleti ikame eder.

Nitekim Selahaddin Eyyubî'nin oğlu Melik Zahir hakkında anlatılan bir anekdot hikmet-siyaset ilişkisi bakımından aydınlatıcı işleve sahiptir. Olay H. 613'te Halep'te geçer: Birisi aleyhinde yalan söyleyen ve sonra yalanını itiraf eden bir kadın getirildi. Melik, Kadı İbn Şeddad'a “Bu kadına ne ceza gerekir?” diye sordu. Kadı, “Te'dip gerekir” dedi. Melik dedi ki: “İslâm (fıkhı) gereği kamçı ile vurulsun ve siyaseten de dili kesilsin.” Kadı İbn Şeddad O'na dedi ki: “İslâm (fıkhı), kâmil siyasettir; onun ötesine geçen bir uygulama kadına zulmetmektir.” Melik Zahir, başını eğip düşündü; sonra kadın te'dip edildi, dili de kesilmekten kurtuldu” (Asım Cüneyd Köksal, Fıkıh ve Siyaset, Klasik Yayınları, 2016: 64-65). Görüleceği üzere siyaset, İslâmî fıkıhla tamamen uyum içinde olmalıdır, şahsi bir garaza yol vermemelidir. Ceza, suçun büyüklüğüne denk olmalıdır.

Melik Zahir ile Kadı İbn Şeddad arasındaki nazar farkı yasa/hukuk ile adalet-hikmet arasındaki mesafeden kaynaklanmaktadır. Zalime, mücrime hak ettiği cezayı vermek adalettir.

Böylece “yasa” ile “ahlâk” arasında, hikmet'e doğru “yükselen” bir “araf-aralık” oluştuğunu söyleyebilecek duruma gelmiş olduk.

Yasa'nın şiddetini doğal hukuka mutabık yaşayarak (ahlâkla) dengeleyen millet, bir hikmetle yaşamaktadırlar. Hikmetle yaşamak asalettir. “Kant'a göre insanın saygınlığı, spontan bağımsızlığında değil, ahlâka boyun eğmesinde [sujetion] yatar”(Nancy). Sabrın sonu selamettir.

Devletsiz bir dünya, dünyanın hiçbir yerinde inşa edilememektedir. Bir millet olamayan toplumlar devlet de kuramazlar. Devlet, milletten doğmaktadır. Devlet, milletin ahlâk, adalet, fazilet değerleriyle ölçülür.

Devlet otoriteli iradedir. Hz. Süleyman (as), otoriteyi temsil ediyordu. Bastonuna dayanmış halde ve sükûtla devlet yönetiyordu. Fakat bu otoritenin hikmetle barışık olduğunu kıssadan anlıyoruz. Hz. Süleyman (as) için “mesuliyet dağıtıcısı hikmetli otorite”; devleti için “otoriteli azamet” diyebiliriz. Hz. Süleyman'a otorite ile birlikte hikmet de verilmişti: “Biz bunu (hükmü) Süleyman'a kavrattık, her birine hüküm ve ilim verdik” (21 Enbiya 79). Hz. Süleyman (as) bastonuna dayanmışken vefat etti, öldüğünü kimse anlamadı. Bunu baston kırılınca anladılar. O'nun ölüm zamanından bastonun kırılışına kadar devleti kim yönetti? Mesuliyet.

Millet, hikmetle seferber edilmiş mesuliyettir. Hâkimiyetin mesuliyetle yaşatıldığı her yerde “hikmetli millet” ve “adalet devleti” vardır.

Lütfi Bergen

[email protected]

lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter

 

 

YORUM YAP