Dertlerimizin birini çözmeden bir kaçı daha ekleniyor. Dağ gibi yığıldı. O kadar yığıldı ki, hangi dağı örneklesek kifayet etmeyecek. Arşa kadar yükselse de çözeriz inşaallah! Ümidimizi hiç yitirmedik, yitirmeyeceğiz de.
Büyüyen meselelerimizin faili ne doğu, ne batı, yahut ne de batıl. Mesulü biziz. Başkalarını, özellikle de Yahudiler ve bilinç olarak Yahudileşmiş batıyı suçlamak kolaycılık olur. (Bu arada Yahudileşmeye tehevvüd denilir) Hele faturayı Rothschild ve Rockefeller gibi baronlara, Bilderberg çetesine, Amerika hayduduna, İngiliz ve Fransız yamyamlarına kesmekte, suçumuzu halının altına süpürmekten başka bir şey değil.
‘Bizi bu hâle kim getirdi' sorusundan ziyade biz bu hâle neden geldik, nerede hata yaptık sorusunu sormak zorundayız. Kâfirlere aşırı güç vehmetmek bize zarar verir, karamsarlığa sürükler. Aynı zamanda kolaycılıktır.
Bedir'i hatırlayalım. Kâfirler teçhizat ve sayıca Müslümanların üç katı değil miydi? Firavunun devletine karşı, Hz Musa (a.s.)'nın asasından başka bir dünyalığı var mıydı?. Nemrut'un ordusuna karşı, Hz İbrahim (a.s.) yapayalnız değil miydi? Kisra'nın gücü karşısında, Hz Ömer'in ordusunun esâmesi mi okunurdu?
Netice de, hep kazanan güçsüz sandıklarımız olmadı mı? Tarih, zalimlerin zulmü ve mazlumların zaferinden ibaret bir hikâye değil mi?
Zulüm ilelebet payidâr olmaz. Lakin bu yine de mazlumlara bağlı. Aslına bakarsanız zulüm suçtur. Ya mazlum olmak? Zulme rıza, zulüm değil mi? Bu durumda galiba mazlum olmak kabahatlerin en büyüğü…
Zalimler akıllı ve güçlü olduğu için değil, biz zaaf içinde olduğumuz için başarılılar. Mesela bugün Recep Tayyip Erdoğan'ın liderlik ettiği Türkiye, batı ile bir savaş halinde değil mi? Bundan kuşku duymamak gerek. Peki, buna rağmen neden yeterince engel olamıyorlar?
Bizim güçlü olduğumuzu falan söylüyor değilim. İki temel nedenden söz edebiliriz. İlki, düne göre daha dirayetli politikalar geliştiriyoruz. İkincisi ve en mühimi ise Allah (c.c.)'ın tebeddülatı.
Modern zamanlar denilen günümüz dünyasında başlıca siyaset şekli, teknolojik canavarlık. Reklâmlar, sinema, müzik, haberler, oyunlar ve daha birçok araçla, bilinç ve değer dünyalarımız endüstriyel bir işgale uğruyor. Parıltılı, kolaycı, taklitçi, gösterişçi ve yapay bir hayat, yani ışıl ışıl, pratik, estetik, sorunsuz, huzur dolu bir dünya vaat ediliyor. Hayallerimizi süsleyen bu meta fetişizmi sayesinde liberal bir işgale uğruyoruz.
Gerekli gereksiz her şeyin başına yerleştirilen “yeni” sayesinde insanî değerler buharlaştırılıp, yerine nesneleştirilmiş ve çıkarcı birey inşa ediyor.
Maddi doyumsuzluk aşılayan, ancak belirli bir seviyeye kadar insanın zevklerini tatmin eden bu yenidünya ruhî ihtiyaçları boşlukta bıraktığı için, yine yeni bir ideoloji bu açık kapıdan girerek insanları ve özellikle de gençleri pençeleri arasına alabiliyor.
Müslüman dünyanın son asırda içine düştüğü bunalım girdabından uyanmak için batılı değerleri, hem de onların kendi ruhlarından üfleyerek şekillendirdikleri yöntem ve araçları kullanması, çözümden ziyade buhranımızı büyütmekten başka bir işe yaramadı.
İşte El Kaide ve ondan da DAEŞ'i üreten nedenlerden biri de budur. Bunların tohumlarını ekenler batılılar olabilir. Hatta El Kaide'nin oluşumunu, Rusya'nın Afganistan'ı işgali, DAEŞ'in meydana getirilmesini de, ABD ve İngiltere'nin Irak'ı işgali olabilir. Ancak bunu besleyen, bizim yine sırtımızı batının çıkarcı, bireyci liberal değerlerine yaslayarak körleşmemizden başkası değildi.
İnsanları diplomalı yaptık. İsimlerini gölgede bırakan şatafatlı ünvan, meslek ve maddi değerlerle donattık. Ancak rehberimiz batı/l olduğundan karga misali bir hâl kuşattı bizi de.
Dini, İslam'ın beş şartına indirgeyerek kuru bir ritüele dönüştürdük. Şekilciliğimiz maddi dünya kadar manevi hayatımızı da kuşattı. Doğan boşluğu ise, iyi niyetle yola çıksa bile vicdanının sesi ile şeytanın vesveselerinin birbirine karıştırılması nedeniyle, kökü mazide, meyvesi ise bugüne uzanan kelle avcılarını ürettik.
Ortada kocaman bir boşluk vardı. Makul olanla orayı dolduramadığı için fanatizm, radikalizm ve psikopatlık bu boşluğu doldurdu. Tıpkı vaktinde sıhhatimizi önemsemeyip, kanser bedenimizi sardığında akıllıdan deliye, âlimden cahile bir derman arayışına girip, sonunda da yaraya merhem niyetine kelimizi artıran ilaçlar bulduğumuz gibi, geleceğimizi ipotek altına alan terörden başka bir şey vaat etmeyen yapılar için çare dilenciliğine soyunuyoruz.
Başka bir yazıya niyetlenmiştim. Ancak bu yazımı, Adnan Menderes Üniversitesi'ndeki konferansıma giderken uçakta yazmaya vakit bulabildim. Yarım kalan meseleye nasipse devam edeceğiz.