“Cemaat ve Siyaset” (http://www.yenisoz.com.tr/cemaat-ve-siyaset-makale-13365) başlıklı yazımda şu tespitlerde bulunmuştum: “Osmanlı'da, bugün bildiğimiz anlamda “cemaat” zuhur etmemişti. Müslümanlar Cumhuriyet sonrasında zekâtlarını tevdi edecekleri kişiler arayarak “cemaat”leştiler. Türkiye'de ulusal ya da küresel cemaatlerin ortaya çıkışının nedeni budur. Fakat bu “cemaat”leşme problemlidir. Osmanlı tebaasının iki cemaati vardı: Mahalle teşkilatı ve esnaf teşkilatı (…) Bu anlamda bir mahalleye girmek, bir cemaate katılmak demekti. Aynı kişinin bir de esnaf-zanaatkârlık nedeniyle dâhil olduğu ikinci cemaati daha vardı (…) Uzak ülkelerde yaşayan topluluklar birbirine cemaat de, ümmet de olamaz.” Osmanlı'da bir cemaatin sınırı ve büyüklüğü mahallesi veya bedesteni kadardı.
Carl Schmitt'in de ifade ettiği gibi “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır. Sadece tarihsel gelişimleri dolayısıyla değil, -çünkü bu kavramlar ilahiyattan devlet kuramına aktarılmışlardır- bu kavramların sistematik yapıları dolayısıyla da dünyevileştirilmişlerdir” (Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat, Dost Kitabevi, 2005: 41). Bu yorum Schmitt'in “siyasal” kavramını anlamlandırması ile beraber okunmadıkça bir neticeye varmaz.
Schmitt, Siyasal Kavramı kitabında “siyasal kavramı devlet kavramından önce gelir” der ve şöyle ekler: “Siyasal kavramı, çoğunlukla olumsuz biçimde, çeşitli kavramların karşıtı olarak kullanılır; siyaset ve ekonomi, siyaset ve ahlak, siyaset ve hukuk, hukukun içinde de yine siyaset ve özel hukuk, vb. antitezlerinde olduğu gibi (…) Genellikle siyasal kavramı bir biçimde devlete ilişkin olanla eşdeğer kabul edilir, ya da en azından devletle ilişkilendirilir. Böylelikle devlet, siyasal bir şeymiş gibi görünür, siyasal olan da devlete ilişkin bir şeymiş gibi” (Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, 2012: 49-50). Schmitt'in kavramı getirmek istediği yer, bu kavramın “dost” ve “düşman” ayrımı üzerinden tanımlanmasıdır. Bu nedenle siyasal karşıtlık, dost-düşman arasındaki karşıtlıktır, demektedir: “siyasal olgusu, ancak dost-düşman ayrımına ilişkin gerçek olasılıkla kavranabilir”(Carl Schmitt, 2012: 65). Schmitt'e göre “siyasal”, devletten önce vardır. Etik, ekonomi, gibi kavramlar da dost-düşman ayrımına uğratıldığında siyasallaşır.
Eğitim kurumlarının, ahlâkî tavırların ve ekonomik yapılanmaların “cemaatleştirilmesi”, devlet & millet varlıkları bakımından yön kırılmasına sebebiyet vermektedir. Türkiye'de muhafazakâr yönelişin eğitim ve ekonominin bir cemaate bırakılmasına rızası, cuntayla örselenmesine, darbeye maruz kalmasına yol açtı. Milli Eğitim, özel eğitime yenildi, hâlâ kendini kurtarabilmiş değildir. Nurettin Topçu'nun da dediği üzere “Yabancı mekteple özel okul el ele verip millet maarifini birlikte hançerliyorlar.” Mektep ve iktisadî alan bir cemaate, sınıfa, zümreye, özel teşebbüse bırakılamaz.
Cemaatleşme, “millet” inşası anlamına gelmediği gibi, “millet” de “devlet” anlamına gelmemektedir. “Millet”, “siyasal” değildir, fakat “devlet”, “siyasal” olanın tecessümüdür. Siyasal'ın tekeli kaçınılmaz olarak devlete aittir.
Yeni siyasal tutumlar yapıyı kendi lehlerine kırmaya yönelmektedir. Cemaatler “siyasal”laştıklarında (“siyasal” gibi işletilmeye başladığında) devlet ile de, millet ile de çatışma kaçınılmazdır. Nitekim Osmanlı'da Safevilik ile Bayramilik arasında fark bulunmaktadır. İkisi de Erdebil Tekkesi'nden çıkmasına rağmen, Safeviliğin “siyasal” anlamda cemaatleşmesi, Bayramiliğin ise “devletin siyasallığı”na itiraz etmemesi dikkat çekicidir. Safevilik, içinden çıktığı milletle çatışmaktan da kendini kurtaramamıştır. Buna göre, “Devletin iradesine ait olan her şeyin birlik ve planlılık çerçevesinde olması” gerekir.
Schmitt'in zikrettiğim bu yargısıyla vurguladığı şey, “münhasıran hâkim otoritesi teorisi”nin, devleti, mistik üretim yoluyla ortaya çıkan iktidar tekeline sahip bir “unucim sui generis”e (kendine özgü bir birliğe) dönüştürmesidir. Bu anlamda millet, “siyasal” değildir. Fakat cemaatleşme ve devlet, siyasaldır.
Devletin milleti siyasallaştırmaması gerektiği gibi, halka hizmet faaliyetlerini de cemaatleştirmemesi (yani siyasallaşmasına sebebiyet vermemesi) gerekir.
Devletin, 1923-1950 arası Kemalist-Batıcı tatbikatlarında benimsediği kültürel-ideolojik kodları millete dikte ederek tek özlü iktidar (siyaset) kurgusuyla “birlik” inşa etmeye çalıştığı söylenebilecektir. Devletin bu türden “birlik” inşası millet varlığında yarılma oluşturmaktadır.
Milleti tek kimlikle (etnik, ideolojik, dinî, kültürel bir özle) tanımlamak, tepkisel cemaatleşmelere (siyasallara) yol açmaktadır. Bu anlamda cemaatleşme, milletle çatışan bir siyasallık olarak devletin siyasal tekeline karşı başka bir siyasallık arayışı haline gelmektedir.
Bir siyasallık arayışı olarak cemaatleşme, Kemalizmle mücadele eden Türk muhafazakârlığının içinde barınmaktadır. Bu topluluk kurguları, Kemalist-Batıcı kalkınma modeline karşı rövanşist, tek özlü iktidar (siyaset) arayışını ifade etmektedir. Demek ki Türkiye'de cemaatleşmenin tehlikeleri henüz konuşulmamış ve tehlike henüz bertaraf edilmemiştir.
Sanıldığının aksine “millet”, “siyasi birlik” değildir, “ahlâkî-kültürel-toprağa bağlı (territoryal)-ortak yaşama ait” bir bütündür. Hukukun bu ahlâktan ve ortak değerlerden hayat alması gerektiği tartışmadan varestedir.
Devlet, milleti oluşturan topluluklar arasındaki bütünlüğü siyasal varlığı için araçlaştıran irade olarak görülmelidir. Milleti tek bir özle tanımlamaya çalışan siyasallık olarak erken dönem Cumhuriyet ideolojisi, kendi karşıt siyasallarının doğumuna neden olmuştur.
Milletin değişken varlığı, onun (milletin) siyasal birlik olmasını engellemektedir. Değişkenlik; göçlerle, teknolojik yeniliklerle, geçim biçimlerinin farklılaşmasıyla, demografik yapıyı etkileyen faktörlerle, din-kültür-ahlâk aidiyetlerindeki yeni yönelişlerle ortaya çıkmaktadır. Millet “siyasal varlık”, değil; ahlâkî-kültürel bir bütünlüktür. Devlet, milleti tek bir öz-ideoloji-temele dayandırmakla yeni cemaatleşmelerin (siyasalların) ortaya çıkışına zemin hazırlamaktadır.
Milleti, ahlâkî değerlerle yaşayan territoryal varlığın tarihten gelen bütünlüğü olarak gören devletin, ahlâkî-kültürel bütünlüğü koruyan bir siyasallaşmayı öne çıkarması gerekir. Devlet, millet bütünlüğünün yansıması olmalıdır. Devlet, millet imal etmeye yöneldiğinde karşıt siyasallarını da üretecektir.