Şu ifade edildi:
“Ahîlik bir lokma, bir hırka felsefesi değildir; kâmil ahlâk ve yüksek teknolojidir.”
Türkmenleri Anadolu'da Gazi / Abdal / Bacı / Fakı, yani Ahî kılan şey “bir lokma, bir hırka” idi. Ahî Evren'e bağlanmış Ahîlik paradigması Ahîliği “esnaf teşkilatı”, “sanayi hareketi” saydığı için araştırmacılar Gazi / Abdal / Bacı / Fakı'ların tamamının Ahîlik programının kadrolarını oluşturduğu meselesini gün yüzüne çıkaramamaktadır. Kavramların içeriğinin boşalması, Anadolu'yu (vahiy ve Peygamber coğrafyasını) Haçlılardan koruyarak şenlendiren Ahîliğin programını idrak etmekten uzaklaştırıyor.
İki program Hz. Âdem (as)'den beridir sürdürülmektedir: Ahîlik ve fütüvvet programları.
Bu programların anlaşılamaması nedeniyle “Hz. Peygamber (asv) fakirlikten Allah'a sığınmıştır” denilerek İslâm'da “Bir lokma, bir hırka” anlayışının kabul edilemezliği tartışılıyor.
Ahîlik yoluna girenlerin iman ve ahlâk bakımından toplumun diğer kesimlerinden farklılaştığı hususu bir türlü gündeme gelmemektedir. “Davud (as), kral ve zengindi” denilmekte ve bu örnekle İslâm'da zenginleşmeyi yasaklayan bir hükmün bulunmadığı söylemine delil sunulmaktadır. Ancak bu örneği gündeme getirenlerin Hz. Davud (as)'un yılın yarısını oruçlu geçirdiği, maişetini kendi el emeğiyle (zırh imalatıyla) kazandığı hatıra gelmemektedir. Hz. Ebubekir (ra) de evet zengindir ve infak etmektedir. Hz. Ebubekir (ra)'i örnek verenler, “Eğer zengin olmasaydı, infak da edemezdi” demek istemektedir. Fakat malının (sermayesinin) tamamını infak eden birinin fakirliğe düştüğü hatırlanmamaktadır.
Hz. Ebubekir (ra)'in infakla fakirleştikten sonra tekrar zenginleşmesi üç etkenle izah edilebilir: 1) Medine'de tekelci pazar sistemi yürümediği için Hz. Ebubekir malının tamamını infak ettiğinde müflis olmamıştı; 2) Hz. Ebubekir (ra), “Sıddık” ismine mutabık bir ahlâkla hareket ettiğinden fiziki sermayesini infak etse bile, sosyal sermayesi ile kefilsiz, faizsiz, aracısız, navlunsuz mal tedarik edip pazara sürmüştü; 3) Hz. Ebubekir (ra) “El kanaatü kenzün lâyüfnâ” prensibi ile hayatını idame ediyordu. Öyle ki, elbisesini yıkaması gerektiğinde onun kurumasını beklemekten başka çaresi bulunmuyordu. Çünkü ikinci bir elbisesi yoktu.
Hz. Ömer (ra) de kırk yamalı elbise giymektedir. İmam Ali (ra) de kuru ekmek torbasına doldurduğu ekmek parçaları ile karnını doyurmaktadır.
Demek ki gerek Kur'an'ın verdiği örnek şahsiyetler ve gerekse sahabeler bahis edildiğinde “Bir lokma, bir hırka” durumundan öteye geçemiyoruz.
Fakat biz Ahîliğin anlam dünyası içindeki araştırmamızda yukarıdaki izahımızdan hareket etmemekteyiz. Yani “Bir lokma, bir hırka” deyimi Ahîlik açısından sanıldığı gibi “kanaat” meselesiyle ilişkili değildir.
“Bir lokma, bir hırka” inancıyla talip olunmadan Ahî de olunamayacağına işaret ediyoruz.
Radavî Fütüvvetnâmesi'nde konu şöyle anlatılır: “Cebrail ‘Bismillah' deyip kuşağı sağ yanından kuşattı (…) Ondan sonra Cennet kokularından getirip Âdem'in saçını bağladı ve tekbir getirdi. Âdem'in eline asa verdi (…) Hilafet seccadesinin üzerine Hz. Âdem'i oturttu ve Cennet'in ırmaklarından bir miktar bal ve bir miktar süt götürdü. Helva gibi yaptı ve Âdem'in eline verdi (…) ‘Ye' dedi ve bir miktar o helvadan orada olmayanlara ayırdı (…) Ondan sonra Havva ile Mekke'de buluşup o helvadan Havva'ya verdiler. Daha sonra Beytullah'ı tavaf ettiler (…) Hayatları boyunca böyle yaparlardı, yılda bir kez gelip Beytullah'ı tavaf edip Hind'e giderlerdi. Bu sebeple o günden itibaren bize hacc farz oldu. Ehl-i tarikat da bu minval üzere sülûk ederler, mürid olanların başlarını tıraş ederler ve tevbe istiğfar ederler. Bundan sonra ahd edip ahd ayetlerini okusunlar ve sonra tacı ve hırkayı giydirsinler ve tarikat kardeşinin elini tutsunlar. Sonrasında şeddi beline bağlasınlar ve kendisine tuğ ve âlem versinler. Daha sonra seccadenin üzerine oturtsunlar ve helvayı şart üzere pişirip meydana götürsünler ve muhabbet lokmasını birbirine sunsunlar. Helvadan geri kalanı diğer tarikat ehline göndersinler. Çünkü bu helvaya cefne helvası derler. Olmayınca olmaz. Zira bu yol ve erkân Hz. Âdem'den kalmıştır” (Radavî, Fütüvvetnâme-î Tarîkat, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi, 2011: 89-93).
Radavî'nin anlatımına göre Hz. Resul, şeddi Hz. Ali'nin beline bağlar. “Sen de bencileyin halifelerine giydiresin” der. İmam Ali on yedi kimsenin belini bağlar. Hz. Resulullah şunu söyler: “Bu nimetin şükranı için bir nimet tedarik eyle.” Hz. Ali bunun üzerine helva karıp bir ağaç çanağın içine koyar. Hz. Ali her gelene bir lokma verir. Orada olmayanların payı mühürlenip Selman'a gönderilir. Selman da lokmayı Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Fatımatü'z-Zehra'ya ve Ehl-i Beyt'e ulaştırır. Radavî der ki, Selman helvayı Medine-i Münevvere'ye ulaşıncaya kadar yere koymadı. O günden itibaren şu kural oldu: Kim bu yola riayet etmezse hamdır, olgunlaşmamıştır (Radavî, 2011: 139-141).
Cafer-i Sadık Fütüvvetnâmesi'nde de bu konuda izah vardır: “Eğer helvay-ı cefne nedir ve tike/lokma nedir ve senedi nedir, diye sorsalar, cevabını şöyle ver: helvay-ı cefneyi ve tikeyi Cebrail (as), Âdem (as) içün getürdi. Ve o helvayı yağ ile karıştırdı, tike (lokma) eyledi ve Âdem'in önüne koydu. “Bu lokmayı cennette seni dost edinen kardeşlerin (ahîlerin) aşkına ye” dedi. İşte helvey-ı cefnenin ve tikenin senedi budur. Bu dünyada yapılan bütün helvay-ı cefnelerin senedi Cebrail (as)'ın Âdem (as) için getirdiği bu helvadır. Tarikat ehli bu helvay-ı cefne ve tikenin delilini böylece bile ve açıklaya ki, miyanbestliği kâmil olsun ve tarikat ehli onu doğru sözlü bilsin” (Mehmet Saffet Sarıkaya, Fütüvvetnâme-i Cafer Sadık, Horasan Yayınları, 2008: 63).
Anlaşıldı ki, “lokma” ve “hırka” yoksulluğun değil “yol”a girmenin alametidir.
Rıza, “yol”dur. Mü'min-Müslim rızasız olsa yol uğrusu olur. Ona Hak lokması yedirilmez. Rızasızlığın erkânı yolu yoktur.