Lâiklik hakkında yazdığım yazılara menfi tepkiler geleceğini elbette öngörmüştüm.
İtirazların biri şu: “Lâiklik kavramını kim ne şekilde yorumlarsa yorumlasın, bu, Müslüman ülkeleri durdurmak için dayatılmıştır; İslâm düşmanlığından başka bir şey değildir.”
Aşağıda “Lâiklik” kavramı ile doğrudan ilgili bazı diğer kavramları gündeme getireceğim. Müslümanlar bu kavramları ne kadar benimsemiş, bir görelim istiyorum. Belki bu yazımı okuyan muterizler içinden “Hay Allah! Bütün kavramsal aidiyetlerim Batılıymış!” diyecekler çıkacaktır.
Muhafazakârlık: Kavram olarak muhafazakârlığın (conservateur) siyasi literatüre girişi, 1789 Fransız Devrimi sonrasıdır. Napoleon politikalarının başarısızlığa uğraması sonucu, Devrim öncesi siyasi inanç ve değerlerini yeniden gerçekleştirmek üzere muhafazakârlık, adalet ilkelerini ve uygarlığın güvenliğini sağlamak anlamında kullanıldı. Kavramın daha çok İngiltere'de Edmund Burke tarafından sistemli bir ideoloji olarak savunulduğu kabul edilir. Fransız Devrimi'nin İngiltere'ye yayılacağı ve devlet kurumlarını yıkacağı endişesi üzerine İngiliz liberal Whig Partisi milletvekili Burke (1729-1794), Fransız Devrimi'ne karşı bu kavramı ileri sürmüştür. Fakat Hasan Hüseyin Akkaş, Burke'un muhafazakârlık (conservator) yerine, koruma (preservation) terimini kullandığına işaret eder. Akkaş'a göre siyasette muhafazakâr tutumun amacı, statükoyu korumak, reformlara temkinli ve tedrici bir destek vermektir. İngiltere'de Tori, Amerika'da Cumhuriyetçi, Fransa'da de Gaulle'cü ve Avrupa ülkelerinde Hıristiyan demokrat partiler muhafazakârdır. Bunların tutumları birbirine benzemez. Örneğin muhafazakâr siyasi düşüncenin 19. yüzyıldaki durumu, İngiltere'de monarşi ve aristokrasinin bulunması nedeniyle aristokrasi ve monarşinin dönüşümüne dayanırken Amerikan toplumunda, aristokrasinin bulunmayışı nedeniyle ekonomik gelişmeleri referans almıştır. Muhafazakârlık kavramının toplumların durumlarına göre farklılıklar göstermesi veya aynı toplumun farklı tarihi süreçlerinde farklılaşması bu düşüncenin pragmatik niteliğini gösterir. Muhafazakârlığın temel amacı devrimi değil, devrimlerin yaratabileceği toplumsal yıkımı önlemeye çalışmaktır (Hasan Hüseyin Akkaş, Muhafazakâr Siyasi Düşünce Kavramı Üzerine, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, 3(2), 28-39, 2001).
Türk Modernleşme sürecinde birbiriyle çatışmalı ve baskın 2 siyasi tavır vardır: 1) Toplumun Kemalist Batılılaşmacı tepeden aşağı zecrî kültür devrimlerle değişime uğratılması, 2) Toplumun teknolojik olarak modernleştirilmesiyle değişime uğratılması. Toplumun değerlerinin kaybolmasını erteleyen, fakat teknik-bilim aktarımıyla muhatap edilerek kendiliğinden ve isteyerek kültür değişimine, evrimci bir değişmeye uğratılması.
Türk muhafazakârları, Kemalist zecri kültür değişimini “pozitivist” olarak nitelemişlerse de kendileri de dinî, iktisadî, içtimaî, estetik, kültürel, tarihî, mimarî bir “mazi” bırakmak yanlısı olmamışlardır. Osmanlı Toplum Düzeni'ne methiyeler dizen muhafazakârlık iddiası, tımar, ahilik, vakıf, mahalle, hukuk, tekke, eğitim, şehir sistemlerini tasfiye edecek kurumları Batı'dan teknik-bilim aktarımlarıyla birlikte ithal etmiştir. Türk muhafazakârlığının “muhafaza” algısı herhangi bir ihya/inşa/ibda bilincine dayanmış değildir. Muhafazakârlık iddiası içindeki fikir mecralarının ve siyasi toplulukların “kökü mazide olan bir âti” inşası içinde olmaması, muhafazakârlığın da “pozitivist” olduğunu göstermektedir. Pozitivizm, pagan toplumun ve ardından gelen tek tanrılı din toplumlarının çağdaş bilim-teknik toplumlara geçişini erekçi bir tarih okumasıyla ele almaktadır. Muhafazakâr düşünceye mensup İslâmî yaklaşımlar dahi “muasır uygarlık seviyesini aşacağız” inancını benimsemek nedeniyle Kemalist pozitivistlerle aynı tarih algısına mensubiyetten kurtulamamaktadır.
Kemalist pozitivistlerle “muhafazakâr pozitivistler” arasındaki fark şu: Birinci ekol, kültür değişmesini zecrî uygulamalarla hayata geçirmekte iken; ikinci ekol, kültür değişmesi programını –ki bu ekol siyasal alanda DP-AP-ANAP-vd. tarafından temsil edilir- eşya modernleşmesiyle yahut kendiliğinden modernleşmeyle yürütmektedir. Muhafazakârlık, İngiliz Burjuva-Aristokrat hareketinin evrimci toplumsal değişim-sermaye birikim teorisi idi. Bu kavramı Müslüman çevreler “Batı” menşeli diyerek reddetmedikleri gibi içselleştirdiler.
Sağcılık: Bu kavram da 1789 sonrası çıkmıştır. Fransız parlamentosunun sağında oturanlar veya parlamento başkanının sağındaki koltuklarda oturanlar, monarşist Ancien Régime destekçileri sağcı olarak nitelenir. Müslüman çevreler, sağcılığı da sahiplendiler veya kuşatmaya çabaladılar. Hatta bu kavramı “kitabı sağ taraftan verilenler” şeklinde yorumlayıp cennete gitmenin ideolojik yolu gördüler.
Muhafazakârlık ile sağcılık, Türkiye'de pek öyle anlaşılmasa bile, bağdaşmayan iki ayrı politik tutumdur. Bu, solun da muhafazakâr olabilmesinden kaynaklanmaktadır.
Türk sağının muhafazakârlığı da görecelidir. Muhafazakârlık kavramını açıklarken de temas ettiğimiz üzere Türkiye'de tımar, ahilik, vakıf, mahalle, hukuk, tekke, eğitim, şehir sistemlerini muhafaza eden bir siyasal-ideolojik mecra henüz doğmamıştır. Türk sağı da Türk muhafazakârlığı da endüstriyel toplumcu pozisyonu nedeniyle tıpkı işçici-endüstriyel sol gibi ilerlemeci (terakkici) bir toplum fikrine sahiptir.
Türkiye'de muhafazakârlık sağdan ayrışarak kendi pozisyonunu devlet-din ilişkisini tesis eden bir siyaset fikri olarak konumlamak istemektedir. Adnan Menderes'in “Ezan'ın Arapça okunmasını sağlaması”, Turgut Özal'ın “Cuma namazına giden Cumhurbaşkanı olması” muhafazakârlık kapsamında değerlendirilmektedir.
Türkiye'de sağcılığın “dine dikkatle mesafeli” bir tutum içinde olduğu söylenebilecektir. Sağcılık, Türkiye'de millet varlığını etnik temelli bir açıklama modeline ait kılmaktadır: “Türklük bedenimiz İslâmiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset gibidir”; “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” diyen Türk sağı, gerçekte bir Türk sermayesi oluşturma projesi olarak okunmalıdır: “Bizim savunduğumuz Dokuz Işık'çı sistemin hedefi Türk Milletinin her ferdini mülk sahibi yapmaktır.” Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi sağcılık, gericilik ya da tutuculuk değildir; sağcılık, sermayenin ve/veya mülkiyetin sahipliğini egemen etnisitenin öncelikle elde etmesini politize eden ideolojidir.
Sağcılık, özellikle 2000'li yıllardan sonra İslâmcılık düşüncesine yaklaşmış görünmektedir. Ancak bu yaklaşma, İslâmcılığın da iktidarla ilişkilerinde kendine ittifak arayışının neticesi olarak esnemesiyle veya ideolojisini koruyamamasıyla ilgilidir. Sağcılığı “her mahallede bir milyoner yapmak siyaseti” şeklinde kavramlaştırdığımızda bu kavramın “Müslüman milliyetçilik” kavramına kapı açacağı ve “Türk Müslümanları”, “Müslüman Türkler”le belli başlı konularda benzeştireceği açıktır. Sağcılık temelde etnik-ırkçı bir ideoloji değildir. Ancien Régime'in taraftarı iktisadî tabakaların iktidarı kendi lehlerine sürdürmeyi amaçlayan politik hedeflerine toplumda destek arayan ideolojidir. Bu anlamda sağ, kültürel ve/veya dinî yaklaşımlarında muhafazakâr olmayabilir. Muhafazakârlık da “sağ” olmak zorunda değildir. Muhafazakârlık, kurumları, kültürü, yapıyı, değerleri korumanın peşinde iken (bu başarılamamıştır); sağcılık, egemen sınıfın, monarkın (Osmanlı Hanedanı'nın), sermaye-mülk sahipliğinin korunmasından yanadır.
Görüleceği üzere, Batı'dan gelen yalnız “Lâiklik” değildi. Devam edeceğiz.