Costas Douzinas'a göre “İnsan” sözcüğü, tüm anlamlardan yoksundur ve sonsuz sayıda gösterene bağlanabilir (Douzinas, 2016: 32). Çünkü “İnsanlık” kavramı modernitenin icadıdır.
Atina ve Roma'da yurttaşlar vardı, fakat insan türünün üyesi olma anlamında “insan” değillerdi. Özgür insanlar Atinalı ya da Spartalı, Romalı ya da Kartacalılardı, fakat kişi değillerdi. Yunan ya da Barbarlardı, fakat insan değillerdi (Douzinas, 2016: 27-28). Romalılar, eğitimli Romalı anlamına gelen “homo humanus”u, “homo barbarus”tan tefrik etmek için kullandılar. “Humanus”, Romalıların üstünlüklerini dünyaya aşılamak için kullandığı bir terimdi. Şimdi de “insan hakları”, Batı'nın dünyaya müdahalesi için araçlaşmıştır.
On sekizinci yüzyılın sonunda “insan” kavramı yeniden yaygınlaştı ve hemen tüm dünyanın etrafında döndüğü mutlak ve devredilemez bir değer oldu. İnsanlık, böylece bir varlık türü olarak, klasik felsefe ve Hıristiyan metafiziğinin özgün bir bileşimi olarak tarih sahnesine çıktı (Douzinas, 2016: 28). İnsanlığın özünün, her bir kişiyi biricik kılan nitelikleri reddeden bir insanda bulunabileceği fikri (tuhaf şekilde) kabul edilmektedir. Fakat bu kabul, liberalizmin egemen ideolojisi haline gelmiştir.
Hümanizm açısından insanın özü evrenseldir, türümüz birdir ve bunu meydana getiren her bir birey eşit ahlâkî saygınlığa hak kazanır. İnsanın evrensel özü olduğu fikri kabul edilirse, somut öznelerin “mutlak verilmişler” olarak var olması zorunlu hale gelir. Bu ise özne empirizmi anlamına gelir. Empirik bireyler “insan” sayılacaksa, gerçekte öyle olmasa bile kural olarak her birinin tüm insan özünü kendinde taşıması gerekir. Bu da özcü idealizm anlamına gelir (Douzinas, 2016: 29).
İnsan haklarının keyfini çıkaran görgül (deney ve gözleme dayalı-empirik) insan, ziyadesiyle “insan”dır ve öyle kalır: tuzu kuru, beyaz, kentli, erkek. Bu hakların insanının kimliğinde, soyut insanlık onuru ve güçlüler topluluğuna ait olmanın getirdiği gerçek imtiyazlar somutlaşır (Douzinas, 2016: 30). İnsan haklarının belirleyenleri, neyin ya da kimin insan olarak sayılacağını yeniden tanımlama, hatta kendi kendini yok etme yeteneğine sahiptir. Postmodern hümanizmin iki ifadesi evrenselciler (bireyselciler) ve rölativistler (komüniteryanlar), günümüzde temel bir normatif kaynak olarak insanlığın anlamı için mücadele etmektedir. Evrenselciler, kültürel değerlerle ahlâki normların evrensel uygulanabilirliğini gözetir. Tek bir hakikat ve çok yanılgı söz konusu olduğunda, faillerin bunu diğerlerine dayatma sorumluluğunu kabul eder. Rölâtivistler ve komüniteryanlar, müşterek insanlığı bulmaya zorlamayı ya da buna izin vermeyi kabul eder. Eğer insan özcülüğünden vazgeçilirse, insan haklarının yapay bir inşa olduğu ortaya çıkar, Avrupa entelektüel ve siyasal geçmişinin bir tarihi arazı olarak görülür (Douzinas, 2016: 32).
İnsan haklarının “insan”ı boş bir gösteren değildir. Devrimler ve bağımsızlık bildirilerince bahşedilen insan hakları retoriğini benimseyen her yeni mücadeleyle genişletilen bir değerin, sembolik sermayenin taşıyıcılığını yapar. Bireysel haklara grup, ulus ve hayvan haklarının eklenmesinin gösterdiği üzere hukukî ve dilsel göstergeye açık her varlık veya alana açılabilir veya mevcut bir hak çekilip alınabilir. Medeni ve siyasi haklar, sosyal ve ekonomik haklara, daha sonra kültür ve çevre haklarına kadar genişletildi. İspanya'da bir milletvekili goriller için insan hakları var etmeye ilişkin tasarı sundu. İngiliz bakan, “Hepimizin düzgün çalışan mutfak aletlerine ilişkin insan hakkı vardır” fikrini savundu. Bir şey dile aktarılabiliyorsa, o şey hak vasfı kazanabilir ve hakkın nesnesi olabilir.
İnsan hakları mücadeleleri sembolik ve siyasidir. Siyasal mücadelenin etkililiği ile sınırlı ve sınırlayıcı hukuk mantığı ile “savaşır.” Eğer savaşta muvaffak olurlarsa, ontolojik sonuçlar doğururlar. Hukukî öznenin oluşumunu kökten değiştirirler ve insanların hayatlarını etkilerler.
İnsanın biricik normatif değeri yoktur. Fakat siyasi, askerî ve “insancıl” kampanyalarda tedavüle sokulur. İnsanlığın işlevi, felsefî özde değil, kendi öz olamayışında, bitimsiz yeniden tanımlanma sürecinde, kaderden ve dışsal belirlenimlerden kaçmak yönündeki sürekli ama imkânsız çabasında yatar. Bu anlamıyla insan hakları, insanı inşa eder. İnsanlık, insan koşulunun arkası kesilmeyen şaşırtıcılığında ve karar verilmemiş (ucu açık) bir geleceğe maruz kalışında ortaya çıkar (Douzinas, 2016: 33-35).
İnsan hakları, “insancıl hareketler” ile tedavüle sokulur. İnsancıl hareket, 19. yüzyılda başladı. Jean-Henri Dunant, Fransa ve Avusturya arasındaki Solferino savaşında yaşanan toplu katliama tanık olunca 1859 yılında Uluslar arası Kızıl Haç Komitesi'nin kurdu. Dunant, sahra hastaneleri, ambulanslar ve tıbbî personel için savaş alanına giriş izni verme konusunda 1864 yılında Cenevre Sözleşmesi'nin hükümetlerce kabul edilmesine öncülük etti. Kızıl Haç, savaş kurallarını kanunlaştıran ve savaş mahkûmlarına insanî muamele kurallarını belirleyen Cenevre Sözleşmesi'ni denetleyen en büyük insancıl organizasyon olarak kendini resmileştirdi. Geleneksel insancıl hukuk, jus in bello'nun [savaş hukuku] modern versiyonu olarak kabul edilen silahlı çatışma durumunda güç kullanımını düzenleyen uluslar arası hukuk bütünüdür. Özsel ilkeleri, haklı savaş kuramından oluşur: 1) Güç kullanımı son çare olmalı; 2) Askeri personel ile siviller arasındaki ayrım korunmalı; 3) Sivil kayıpları azaltmak için çaba harcanmalı; 4) Güç kullanımı amacıyla orantılı olmalıdır (Douzinas, 2016: 35).
Costas Douzinas'ın eleştiri içeriğinin son derece kısıtlı bölümünü aktarabildik. Yazarın makaleleri Rabia Sağlam ve Kasım Akbaş tarafından Türkçeye çevrilmiş ve “Hukuk-Adalet ve İnsan Hakları” başlığıyla kitaplaştırılmıştır. Douzinas, hukukun, değerlerin bağdaşmazlığına verilen bir yanıt olduğu iddiasının kandırmaca olduğuna işaret eder: “Pozitif hukuk, savunduğu düzenin değerlerini teşvik eder; hukukî yorum, döneminin baskın kanaatleriyle doludur. Hukuk, dünyayı anlama biçiminin ilk ve en önemli ideolojik pratiğidir. Hukukun değerden bağımsız olduğu iddiası belki de çağımızın en güçlü ideolojik hilesidir” (Douzinas, 2016: 8-9).
Batı'nın hukuk-haklar teorisi eleştirel yaklaşımlarla derinleşmektedir. Doğu-İslâm toplumları hukuk felsefesi geliştirmezse cevap verilemeyecektir.