İktidarların teknolojiyi halk yararına kullanıma açtığı fikrini, yıkılması gereken bir önyargı diye düşünüyorum. Teknoloji, özü itibariyle insan-tabiat-halk üzerinde iktidar koymanın alet ve pratiğini oluşturuyor. İnsan, kula kulluk makineleriyle felah bulmayı düşünüyorsa yanılmaktadır. Kitleselleşmiş makine, bu çağda tekebbürün, tinin, Batıl'ın mahşerî ama sahte-zail olacak yürüyüşünü andırıyor. Saatte 250 km. hız yapan otomobillere binip saatte 10 km. hızla ilerleyebildiğimiz trafiğe maruz kalmak kötü bir şaka olmalı. İyi besleniyoruz diyen kitlelerin 30-35 yaşlarında şeker, tansiyon, koroner kalp hastalığına yakalanmaları da öyle. Halka fayda vermeyen şey kime fayda vermektedir?
Teknoloji, halkın yönetilebilirliğini, iktidar ya da egemenin tecessümünü tekeffül eder. Halk için değil, iktidar içindir. Devletlûdur. Dolayısıyla teknoloji, onu politize eden iktidarların coğrafya ve nüfus üzerinde denetiminde ihtiyaç duyulan bir araç olarak kavranmalıdır.
Halk ise teknolojiye değil, tekniğe muhtaçtır. Bu, sıradan adamların maişet biçiminin, devletin kalkınma-refah yollarından farklılaşmasını da ortaya koyar. Devlet olmak teknoloji gerektirir; halk olarak yaşamak ise, borçlandırmayan, hürriyetleri muhafaza eden teknikle mümkündür. Halk sanayileşmek zorunda değildir; devlet ise, halkına zorba olmayacaksa sanayileşebilir, hatta sanayileşmelidir.
Osmanlı ahi ve tımar yapısıyla oynadı, halkın iktisat sistemini, adalet dairesini bozuma uğrattı. Donanma inşâsı teknolojidir, zanaatkârlık ise tekniktir. İlki asker-devlet tasavvurudur, diğer maişet-helal geçim davasıdır.
Teknoloji - teknik dengesini kaybettik. Teknolojinin kitleselleştirilmesi, halkın hürriyetine müdahale eden tek-tipçi bir kültür dayatması getiriyor. Otomobil gerçekte askerî teknolojinin mamulü idi. Fert, otomobilleşerek devletin teknolojisini hayatına taşımak zorunda değildi.
Aydınlar da, teknolojinin, makûs talihi yenmek için kaçınılmaz bir araç olduğunu düşünerek fikir üretmektedir. Aydınların tümü (Osmanlıcı-Türkçü-İslâmcı-Batıcılar), Osmanlı'yı Batı'nın teknolojisini almak yönünde bir gayretle şekillendirmek istedi. Oysa teknolojiyi aktarmak zaruretine yakalanan devletti. Halk, Allah'ın kendisine nimet-binek halinde indirdiği hayvanları kullanabilir; devlet de kendi egemenliğini tesis etmekte teknoloji-sanayii kullanabilirdi.
Teknolojinin Müslüman toplumları terakki ettireceği düşü, aydını Batı paradigmasına mıhlıyor. Teknolojinin Müslüman toplumların aleti değil, “devlet-iktidarın aleti” olması gerektiği fikri bir türlü çalışılmadı. Bu itiraz gelişmediği için günümüz toplumları “aletin iktidarı” denilebilecek bir siyaset zihniyetine maruz kalmıştır.
Daha önceki yazılarımdan birinde de vurgulamıştım. Teknikle ilgili iki alan kurulmalıdır. Devletin teknolojisi, halkın tekniği ile karışmamalıdır. Teknoloji, “doğa'ya egemenlik taslama” veya “doğa'yı tamamlamak iradesi” olarak ortaya çıkmaktadır. İnsan ki, “doğa”nın ta kendisidir. Oysa teknik, “tesbih eden doğanın zikrine katılma iradesi”yle amel etmektir. Bu zaviyeden bakıldığında insan, “Umran” değildir. Ahlâk, fazilet, haysiyet, izzet, namus, hürriyet ideleri refah / zenginlik / kalkınma kavramları içinde bulunmamaktadır. Ezan bizi refaha değil felaha çağırmaktadır: Hayyalel felah.
Heidegger'in kast ettiği anlamda modern insanı belirleyen şey teknolojiye olan esaretidir. Teknoloji, özü itibariyle, “Allah'a meydan okuyucu gizini açmakta”dır. O, var olan her tesbih ediciyle (Yerde ve gökte olanlar Allah'ı zikretmektedir: 59: 1) mücadele etmeyi yüklenmiştir. Her şeye saldırmaktadır. Böyle anlaşıldığında teknik ile teknolojinin ayrıldığı, hatta tekniği kullananla teknolojiyi kullanan varlıkların da tefrik edilmesi gerektiği söylenebilecektir.
Heidegger için becerisini, davranışını ortaya koyabilen, yaptığı işi bilen herkes bir tekhnitesdir. O, bu adlandırmayı “el işçisi / zanaatkâr” [handwerker] olarak çevirmenin anlamı daralttığını da söyler. Böylece tekhne'nin bilme olduğundan bahseder. Yoksa yapma, ortaya koyma anlamına gelmez. Çünkü yapı, biçim ve yontu üretenlere Almancada techniten denildiğinden sözeder. Bu technitenlerin uğraşılarının tekhne tarafından yönetilmesini ifade eder. Yoksa tekniği hayata geçirenlerin meslekî faaliyetlerini ifade etmez. Heidegger'e göre “tekhne” bilim ve felsefe olabileceği gibi, bir şiir, bir söylev de olabilir. Sanat tekhne'dir ama teknoloji (technik) değildir.
Teknoloji, “DÜNYAYI BOZMA” eylemidir. Fakat teknoloji kullanan kişi eyleminin farkında görünmemektedir. Teknoloji kullanmaktan halkın kesb edebileceği bir fayda bulunmamaktadır. Buna gündelik hayattan en bilindik örnek olarak otomobil kullanımını verebiliriz. Bir salgın hastalık vuku bulsa ve 100 kişi vefat etse ülkede kırmızı alarm verilir, görevliler seferber edilir. Bunu bulaştıran hayvanlar itlaf edilir. Oysa yılda ortalama 4.000 kişinin vefat ettiği trafik kazalarının müsebbibi otomobiller için “itlaf” fikri doğmamaktadır. Doğayı dizginlemeyi irade eden zihniyet, teknolojiyi dizginlemek fikrinden kaçmaktadır.
Abdullah Cevdet: “Bizim karşımızda muazzam bir medeniyet var, bu medeniyetin karşısında sağlam bir mevki almaya, aynı silahlarla, aynı neticelere varan usullerle silahlanmaya, donatılmaya ve hazırlanmaya mecburuz (…) gaye: Kuvvetli olmaktır, ideal sahibi olmaktır, zengin olmaktır, ümrana, afiyete, irfana, vicdana, istiklale, mâlik olmaktır” (Abdullah Cevdet, İçtihadın İçtihadı, Haz: Mustafa Gündüz, Lotus, 2008: 133) demişti.
Üstad Sezai Karakoç da Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I kitabında: “Evet, insanlığı toptan tehdit eden korkunç nükleer silâhların, atomların, hidrojen ve kobalt bombalarının, kimyasal silahların, öldürücü gazların ve şimdi bulunduğu söylenen canlıları yok edici nötron bombasının mucidi olan Batılıların bunları keşf edip yapacağını biz Müslümanlar önceden kestirmeli ve onlar yapmadan, biz yapmalıydık. “Bunlar kötüdür, insanlığa sığmaz” demek yeterli değildir. Batı bunları yapacak ve bunları yaptığına göre de kullanacak ve insanlığın toptan mahvolmasına da sebep olacak düşüncesiyle ondan önce yapmalıydık bunları. Bu, bu dünyada bulunmamızın bir gereğiydi. Kullanmamak ve kullandırmamak için, bu korkunç silahları biz icat etmeliydik; icat etmeli ve bunu kullanabileceklerin tepesine asmalıydık; onların bunları yapmasına engel olmalıydık ve onların bu silahları kullanma imkânını aynı silahlara ve güce sahip olarak yok etmeliydik. Bunu yapmadık. Şimdi, Batı, nükleer silahları İslâm dünyası yapmasın diye ambargo koyuyor, İslâm dünyasını gözlüyor, İslâm dünyasında kurulan tesisleri bir gecede yok ediyor (…) âhirette olmadığımız, bu dünyada olduğumuzu unutmamalı, ‘kötü'yü de hesaba katarak tedbirli olmalı, ‘düşmanlarınıza karşı aynı silahlarla karşılık veriniz' ilâhî buyruğunu tam anlamıyla yerine getirmeliydik” (Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, Diriliş Yayınları, 1995: 96) diyerek benzer bir tavır-düşünce geliştirmiştir.
Anlaşılan şu ki, pozitivizmin açtığı yara derin, zerk ettiği zehir çok güçlüdür. Müslümanlar, Batı'nın sağ-sol ideolojilerini ithal etmenin karşısında dururken, teknolojinin kendisinin bir ideoloji olduğuna ya da ideoloji taşıdığına dikkat etmemektedir.
Bosna'da Sırplar Müslüman kadınlara tecavüzü “silah” olarak kullanmıştı. “Düşmana karşı aynı silahı kullanmayı” nereye kadar genişletebiliriz?
Teknoloji, yapay bir iktidar, bize ait yenilmişlik duygusundan, insanın tanrılaşma, nefsini ilah edinme hevesinden besleniyor: “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa nasıl oluyor da, sizi dövebildiği bu kadar eli olabiliyor? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar, sizlerin değilse bunları nereden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa, üzerinizde nasıl iktidar olabilir?” (Etienne La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev).
Demem o ki, biz halk isek teknolojiye ihtiyacımız yoktur.
Azgelişmişlik Üstünlüktür.
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter