1492 yılında yaşanan İspanyol Engizisyonu bizim göçmenlere karşı olan tutumumuzu en iyi şekilde ifade eder. 1492'de İspanyol Engizisyonu'nundan kaçan Yahudilerin yanında diğer Avrupa ülkelerinden de kaçan Yahudilerin sığınağı Osmanlı olmuştu. 1800'lü yıllarda Macarlar ve Polonyalılar ve devamında Bolşevik İsyanı sonunda pek çok Rus vatandaşı da kendilerini İstanbul'a gelerek güvence altında hissetmişlerdi.
- Dünya Savaşı bittikten bir süre sonra Türkiye yeni bir başka göç dalgası ile karşı karşıya kalmıştı. Geçmişte Yugoslavya diye tabir edilen ülkeden geleceklerinin pek de güzel olamayacağını gören Osmanlı bakiyesi tebaamız anavatanlarına iltica etmişlerdir. Özellikle Demirperde'nin yıkılmasıyla beraber anavatanlarına iltica edenlerin ne kadar basiretli davrandıkları ortaya çıkmıştır. Yugoslavya'nın parçalanmasına kadar varan süreçte pek çok canların yakılıp yıkıldığını, Srebzenistka gibi birçok yerde soykırımlara tabi kalındığını 30'lu yaşlarını yaşayan pek çok vatandaşımız hala anılarında saklı tutmaktadır.
80'li yıllardı. Turgut Özal Türkiye'de, Todor Jivkov Bulgaristan'da başbakan. Bulgaristan'daki Türkler dini ve milli farklılıklarından dolayı baskı altındaydı. Ülkede anadilde konuşmak yasaklanmıştı. İbadethaneler kapatılıyor, cenaze ve sünnet gibi dini vecibelerin yerine getirilmesine izin verilmiyordu. Devamında bu baskılara direnen Türklere işkence ve zorlamalarla Bulgarca isimler verildi.
1989 yılına kadar devam eden baskılar sonucunda dönemin iktidarı, Türk azınlıkları sınır dışı etme kararını almıştı. Bu olayın akabinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Turgut Özal devreye giriyor ve sınır kapılarımız soydaşlarımıza açılıyordu. 1989 yılında yaşanan bu olay, Avrupa'da gerçekleşen en büyük göç olayıydı.
Lozan Antlaşması sonrasında da mübadele sonucunda pek çok Türk ve Rum ailesi komşularını, sevdiklerini, yerlerini, yurtlarını bırakarak yeni yurtlarına göçmüştür. 1930 yılına kadar devam eden mübadelede, yeni vatanlarına gelenlerin kabullenilmeleri de, yeni vatanın kabullenilmesi de o kadar kolay olmamıştır.
Şimdi ise karşımızda kimin nerede ne yapmaya çalıştığının anlaşılamadığı bir Suriye iç savaşından sınırlarımıza yığılan milyonlarca kişi var. Ülkesini, ailesini, sevdiklerini, hatıralarını ardında bırakarak canlarının derdine düşerek ülkemiz sınırlarına yığılmak zorunda kalan mazlumlara karşı sınavımız devam ediyor. Bu mazlumları merhum Mehmed Akif'in “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde yerini bulan “kimi bilmem ne bela?” zalimlerin ellerine mi bırakacağız?
Ülkemizde bile Ankara'nın doğusuna geçmeyi tahayyül edemeyenlerin şimdi Suriyeli kardeşlerimizin neden ülkelerini savunmadıkları soruları gündemde. Bu soruyu soranların ise anlayamadıkları orada bulunanların sadece Esed zulmüne maruz kalmadığını anlamamaları.
Esed, Rusya, ABD, El-Nusra, Özgür Suriye Ordusu, DAİŞ gibi bir çok oluşumun arasında ne yapabilecekleri belli değil. Kendilerini, sevdiklerini hayatta tutabilmek için bu çok bilinmeyenli denklemin hangi tarafında yer alacak? Öyle söylenildiği gibi ellerine silah alıp savaşsınlar mantığının geçerli olmadığı bir denklemde Suriyeli kardeşimizin ne yapabileceği elbette ki meçhuldür.
Bir düşünün... Kendilerinden çok daha kötü durumdakı Irak'a bile gitmeyi düşünebiliyorlarsa çaresizlikleri kimbilir ne boyuttadır? Ancak bizler kendimizi o kadar güven altında hissediyoruz ve bu insanlarla bağlarımızı o kadar kesmişiz ki, paylaşabileceğimiz 3 öğün yemeği bile paylaşmak bizlere zul geliyor.
Birçoğumuz Kars, Ardahan, Artvin, Erzurum, Erzincan gibi yerlerden Ermeni komitacıların etkisiyle ülkenin iç ve batı kesimlerine göç ederken, Suriyeli tebaamızın suçu 1921 Ankara Antlaşması imzalandığında sınırın öte tarafında kalması mı? Biz bu kardeşlerimizle 1921 yılına kadar aynı toprağın, aynı vatanın parçalarıydık. Dün Bulgaristan'dan, Romanya'dan, Yunanistan'dan, Dağıstan'dan, Abhazya'dan gelenleri nasıl kabul ettiysek bugün gelen Suriyelileri de aynı nedenlerle bağrımıza basmamız gerekmiyor mu? Dün gelenler ne oldu da geçmişte kendilerinin yaşadıklarını unuttular. “İnsan, nisyanla maluldur” sözünün ne kadar doğru olduğu özellikle muhacir kardeşlerimizin Suriyelilere karşı “burada ne işleri var?” yargılarında yerini bulmaktadır. Dün sadece bir düşmanla savaşan, baskılarından bunalarak bu topraklara gelenlerin yedi düveli karşısında bulan Suriyelilere söyleyecek tek kelimelerinin olmaması gerekir.
23 Şubat 632 tarihinde Peygamber Efendimizin “Veda Hutbesi'nde belirttiği üzere insanların canları, malları, namusları her türlü tecavüzden korunmalı değil midir? Bir insan olarak yaşamamız, haklarımız zulüm altından kaçan kardeşlerimizden daha mı üstündür?
Sözün özü ülkemize daha önceden gelenlerin yaşadıkları sanırım Suriyelilerin yaşadığı çaresizlik kadar belirgin değildi. En azından karşılarında kimin olduğu belliydi. Ancak Suriyelilerin karşısında dünyanın dev terör organizasyonları ve terörü devlet politikası olarak benimseyen ülkeler var.
Bugün mülteci olarak ülkemizde bulunan Suriyelilerin savaşta birer ölüm istatistiği olarak girmesi galiba kimsenin umurunda değil. Sosyal medyada gözyaşı döken timsahlarımız, Aylan Bebeği ne çabuk unuttunuz?