Türkiye'de son 40 yıldır ‘sol'dan da ‘sağ'dan da bir devlet-toplum düşüncesi çıkmıyor. Bu arada ‘sol' ve ‘sağ' kavramlarını dahi nasıl anlamlandıracağımız artık belirsizleşmiş durumdadır. Örneğin ‘muhafazakârlık' sağ mı, sol mu? Liberalizm ‘sol' mu ‘sağ' mı? İdeoloji, fikir akımlarının tümünü sol-sağ diyerek böldüğü takdirde ‘İslâmcılık', ‘Anadoluculuk', ‘Milliyetçilik', ‘Köycülük', ‘Kooperativizm' de ‘sağcılık' diye nitelendirilebilir.
Türkiye'de fikir adamlarının ‘devlet teorisi' üretememesini ‘düşüncenin tıkanması' olarak görmeliyiz. Bu kriz nedeniyle “Anti-emperyalist mücadele”yi havalandırmaya çalışan söylemlerin kendisine açtığı alanları Batılı devlet teorilerinin kavramlarıyla doldurmaya çalışması şaşırtıcı sayılmamalıdır.
Devlet meselesine özellikle 21. yy. Müslüman-Asyalı insanlar olarak “soğuk” bakamayız. Asyalılık mevzuunu da ‘kapitalizmin yokluğu' nedeniyle kabul etmeliyiz. İdris Küçükömer'in “Anadolu'da 1923'te Cumhuriyet ilan edildiğinde, yeni devlet kapitalist yolla gelişmeye hiç uygun olmayan bir ekonomik yapı devralmıştı” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 1994: 149) ifadesinin anlamı budur. “İslâmî bir dünya” inşası arayışındaki aydınlar resmi din politikalarına bakarak ‘devlet fikri'ne uzak kalmıştır. Bu nedenle Fırat Mollaer'in Peyami Safa'yı “kapitalist dünya sisteminin – Doğu Bloku'yla mukayese edildiğinde – ehven-i şer olduğu görüşünden, bu sisteme onu sahiplenerek bilinçli bir biçimde dâhil olmak niyetliliğine yönelişi” nedeniyle eleştirisi kısmen doğrudur (Mollaer, Tekno Muhafazakârlığın Eleştirisi – Politik Denemeler, İletişim Yayınları, 2016: 51-52). Dünyanın Doğu (sosyalizm) ve Batı (kapitalizm) şeklinde ikiye bölündüğü bir dünyada azgelişmiş ülke aydınlarının kapitalizmden sosyalizmin bir tür yorumu sayılması gereken devletçiliğe doğru gidip gelmesi tabii sayılmalıdır.
Küçükömer'e göre devlet, kapitalistlerin çıkmasını bekleyen, çıkmayınca tekrar devletçiliğe dönen bir salınım karakteri göstermektedir: “Türkiye'de önemli sayılmayacak bazı farklara rağmen benzer olaylar dönemden döneme tekrarlanmaktadır (…) Önce kapitalist yolla kalkınma istenmekte, fakat bu yolla kalkınma olamadığı görülmekte; sonra devletçi olunmakta; fakat devletçilik de tarihi-ekonomik nedenlerle başarısız kalmakta ve tekrar kapitalist yol istenmektedir (…) Türk ekonomisi nüfus başına düşen reel milli geliri ile (…) Latin Amerika ülkelerinin gerisindedir. (…) emeğin verimliliği çok düşük bulunmaktadır (…) ülkemiz gelişmiş ülkelerin kalkınmamızı önleyici biçimde pazarı olmaktadır (…) Temel soru şudur: Türkiye'nin dünya içindeki yeri nispi olarak neden değişmemektedir? Yahut kapitalist-devletçi oyunu, sanki tahterevalli gibi neden süregelmiştir?” (Küçükömer, 1994: 144).
Kanaatimce Peyami Safa'nın asıl hatası, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi aydınların Marksizmi eleştirdiği yerden sol'a bakamaması olmuştur. Sol'da küçük bir aydın çevresinde dahi olsa ATÜT tartışmalarının yapılması, Marks'ın Osmanlı toplum düzeni üzerinden eleştirilmesi ilgi çekebilseydi ‘sağ'da değişik akımların gelişebilmesi an meselesiydi. Peyami Safa'nın Marksizm eleştirisi bile “Allahsızlık Modası” yazısında görüldüğü üzere ‘tanrıtanımazlık', ‘nihilizm' eleştirisi üzerinden yapılır. “Kızıl Çocuğa Üçüncü Mektup” yazısında “İnsan cemiyetlerinin Marx'tan sonra daha esaslı incelenmesi bize öğretmiştir ki, fertler arasındaki liyakat ve kabiliyet farklarını meydana getiren âmil iş bölümüdür (…) Her uzvileşme, uzuvlar arasında, yaptıkları işlerin farkından doğan bir kabiliyet farkı vücuda getirir: Ayak düşünemez, baş yürüyemez. Baş ve ayak arasındaki liyakat ve kabiliyet farkı bir uzvîleşme kaderidir” diyecektir (Peyami Safa, Doğu-Batı Sentezi, Yağmur Yayınları, 1963: 84). Peyami Safa'nın bu yaklaşımı kabul edilirse Türkiye (Doğu), uzmanlaştıkça kabiliyet şahikasına dönmüş Batı'nın mamullerine pazar olmaktan kurtulamayacaktır.
Ayrıca Peyami Safa'nın “sentez fikri”, Batı'yı ‘eril' ve Doğu'yu (Türkiye'yi) ‘dişil' kılmakta ve ülkeyi de ‘gerdek yatağı'na benzetmektedir:
“Suarès: ‘Asya dişi, Avrupa erkektir; bir dünya yapabilmek için ikisi de lâzımdır' diyor. Evvelce şark - garp meselesine ait bir etüdüme bu sözü aldıktan sonra şunları ilâve etmiştim: Mesafe içinde üstüne ayağımızı bastığımız her nokta bize kaderimizi işaret eder: Bulunduğumuz yerin tabiat lügatindeki manasını arayalım. Tabiatta her büyük şeklin büyük bir manası vardır. Türklerin Asya ortasından Avrupa ortasına yürümüş bir millet olmalarının tarihî ve coğrafî manası birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Yeni Türk sanatı ve felsefesi cihanşümul kıymetini bu mananın içinde bulacaktır. Ve eğer, A. Suarès, Asya'yı dişi ve Avrupa'yı erkek farz eden tasavvuruyla bir hakikat ifade ediyorsa, biz de, aynı cinsten bir hayalle iki kıtaya da zifaf döşeği olarak, ikisinin de birleştiği yeri, en hâkim ve en güzel bitişme ve buluşma noktası olan Türkiye'yi gösterebiliriz, yıllardır baygınlık geçiren harp sonrasının aradığı büyük terkibi kendimizde bulabiliriz.” (Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 1990: 188-189).
Peyami Safa'da Batı karşısına çıkarabileceği bize ait, Anadolu'nun bin yıllık tarihinden gelen ekonomi-politik düşünce göremiyoruz. Tam aksine, ‘Şark' acımasızca eleştirilir: “Şarkta fert hiçbir kıymet ifade etmez.”; “Şark dindardır, filozof değildir. Tarif etmeye mecbur kaldığı yerde idraki durur.”; “Şarkın ilmi olmadığı gibi, tenkidi de yoktur. O halde orada bir fikir hayatından, hattâ zekâdan bahsedilemez.”; “Şark hürriyetten, hukuktan, ilimden, ahlâktan bahsetmeye mecbur olduğu zaman garbı taklit eder. Fakat bunlardan hiçbir şey anlamaz.” (Safa, 1990: 132-134). Ancak Peyami Safa'ya göre İslâm-şark, Budist-şark'tan ayrılmalıdır: “İslâm şark Budist değildir. Çünkü Budizm'in Allah'ı yoktur (…) allahsızlık (athèisme) onunla beraber geldi” (Safa, 1990: 136). Dahası İslâm-şark Batılıdır: “İslâm şark, Akdenizlidir ve daha ziyade garblı sayılır. Çünkü İslâm ve Türk düşüncesi, Yunan düşüncesini yalnız yaşamakla kalmamış, Ortaçağ'da onu Avrupa'ya tanıtmıştır. Çünkü İslâm dini Hıristiyanlığın bir antitezi değil, tekâmülüdür” (Safa, 1990: 144-145).
Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi aydınları Peyami Safa karşısında bin yıllık nizam savunusu yaparken buluruz. Sencer Divitçioğlu “Avrupa'daki feodalitedeki gibi bir köylülük Osmanlı'da yoktu” der. İdris Küçükömer'in ise hatası “Dış kapitalist koşulların izniyle (…) üretim güçleri gelişebilirdi.” cümlesinde saklıdır. Onlar Atüt'ü sosyalizm için araçlaştırıyorlardı. Oysa Atüt, ATÜT'tür.