Atüt tartışmaları “Türkiye kapitalizme niye geçemedi? Çünkü burjuva yoktu.” meselesinde düğümleniyor. Atüt'ü tartışanlar burjuvaların değil proletaryanın sınıf hareketini istiyor. Peki, tarımda yaşayan nüfusun proletaryalaşması niçin isteniyor olabilir? Bu talep endüstri ve teknoloji karşısında bir savunma refleksi. Milyonlarca Aztek-Maya-İnka-Kızılderili'nin öldürülmesi, milyonlarca Afrikalının Amerika kıtasına taşınması görece daha yüksek teknolojinin Batı-dışını alt etmesidir. Arkasından gelen endüstrileşme ise Batı'nın azgelişmiş ülkeleri pazarlaştırmasıyla bütünleşik bir yapı kurdu. Yani önce emekleri ve ilkel maddeleri sömürülen Batı-dışı ülkeler, ardından gelen endüstrileşmeyle eski üretim güçlerini ve pazarlarını kaybetmiş olarak tüketim toplumuna dönüşmek, ürettiklerine pazar bulamamakla yeniden sömürülmeye uğradılar.
Batı'nın kapitalizme geçiş sürecini kral/soylular/kilise karşısında burjuva hareketi olarak gören düşüncenin üretim güçlerini burjuvasız bir ekonomik sistemle gerçekleştirmeyi teklif etmesi “tarihin akışı”na aykırı görünüyor. Sanırım Atüt zaten “tarih Asya'da Batı'daki gibi akmıyor ki!” demek için konuşuluyor. Ancak bu kez de şunu sormamız gerek: Niçin proletaryalaşmak yani üretim güçlerini topraktan endüstriye kaydırmak ve geliştirmek zorundayız? Ayrıca Türk halkının tamamının üretim gücüne dönüşmesi için üretilen mamulün pazarını bulmak yani dış pazara mal satmak gerekmektedir. Ürettiğimiz mala dış pazar bulamıyoruz ki! Demek ki Atüt, zannedildiği gibi kapalı ve durgun bir ekonomi olarak tavsif edilemez. Atüt'ün temelinde askerî bir fetih-üretim ilişkisi var. Küçükömer, kapitalizmi Avrupa-içi sınıfsal yer değiştirme olarak ele alıyor. Ticarî kapitalizmin endüstriyel kapitalizme dönüşmesini, topraktaki emeğin sanayi emeğine kaymasını, aylakların-maceraperestlerin burjuvalaşmasını anlatıyor. Sömürgecilik yapılmadan kapitalist endüstrinin gelişmesi mümkün olmayacaktı.
İdris Küçükömer “Osmanlılarda kapitalist girişim (teşebbüs) beklemek tam bir hayal olurdu.” derken meseleyi kâr ile açıkladı. “Kapitalist için gereken kaynak ve teknik bilgi olmayınca kâr da bulunamayacak, kârın olmadığı yerde, sanayi devrimi yapan Batı ülkelerindekine benzer -burjuvaların başrol oynadığı– ekonomik bir sistem de kurulamayacaktır” (Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, 1994: 148-149). Sistemi kârla açıklamak, kapitalizmin en yüksek aşamasını emperyalizm saymak, sermayenin Batı'nın Doğu'yu soymasıyla ele geçirildiğini göstermemektir. Atüt bu soyguna Anadolu-Osmanlı toprağında izin vermemek anlamına geliyordu.
Küçükömer'e göre 19. yy. sonlarında halkın iki seçeneği vardı: “Birinci yol, devamlı işveren olarak devlet kapısıdır. İmparatorluğun son dönemlerinde “memur olma tutkusu” boşuna değildir. İşte burada Türkiye'de devletçiliğin tarihi, ekonomik ve ampirik nedeninin özünü görüyoruz. Çok dikkat edilecek nokta, ekonomik olarak verimli olmayan bir ülkede devletin esas olarak işveren (istihdam eden) durumuna zorlanmasıdır (…) İkinci yol, İmparatorlukta, özellikle ekonomik sebeplerle merkezi otorite zayıflayınca devlete ait topraklara sahip çıkanların himayesine girmek olmuştur. Batı sanayi devrimiyle tarıma dayanan derebeylik düzenini tam tasfiyeye götürürken, Türkiye'de sanayi devrimi olamayınca, devlet toprakları üstünde çekirdeği kurulan derebeyliği tasfiye, Batı'nın tam tersine onu teşvik eden bir ortam yaratılmış oldu. Anadolu'da gidilebilecek, alternatif iş alanı olabilecek sanayi kurulamayınca artan nüfus büyük toprağı elinde tutanların himayesini kabul etmek zorunda kaldı. Türkiye'de toprak ağalığı böylece yaratılmış ve güçlenmiştir” (Küçükömer, 1994: 149).
Küçükömer Türkiye'nin kapitalizme geçememesini yukarda zikredilen iki “istihdam edici işveren” ile açıklıyor. O'na göre iki işveren de “kapitalist gelişmeye has, onun yan kuruluşları olarak bankacılığa ve sermaye piyasası kuruluşlarına geçmeye de tarihi olanak sağlamayacaktı. Söz konusu ‘kapan'la tarihi sürecin üretim ilişkileri, İmparatorluğa kendi kanını emdirerek üretimin de gelişmesine engel olmuş, ona durgunluk ekonomisi niteliği getirmiş, kalıntısı günümüze gelen bir fasit daire yaratmıştır” (Küçükömer, 1994: 180).
Devletin ve kırsal toprak mülkü sahiplerinin üretimin gelişmesini başaramaması karşısında çözüm, üretim güçlerinin geliştirilmesiydi: “Özel olarak kurulamayan, Batı'da gelişen manifaktürün benzerlerini devlet eliyle kurmak (Devletin fabrika kurma hareketi Rusya'da aynı çağda ortaya çıkmıştı) ya da sanayii himaye etmek, kurulan fabrikaların istihdam edici fonksiyonunun yetersizliği ve Batı'nın karşı tedbirleri nedeniyle iyi gitmemişti (…) Sanayileşme hareketi istihdam edici fonksiyona sahip olsa dahi, yeniçeri-esnaf loncalarının çıkarlarına karşı olmuş, esnafın, işyerlerinin işlerine sekte vurmuştur” (Küçükömer, 1994: 182).
Küçükömer burada Osmanlı toplumundan bugüne dek süregelen ikileşmenin tohumlarını görür. Lale Devri yaşantısına karşı çıkan halk kesimlerini (esnaf, yeniçeri, ulema) günümüz İslâmcı halk cephesinin geçmişi sayar. Bu üç tabakanın Lale Devri'ne itirazının ana sebebini ise “yeterli üretim güçleri genişlemesi olmaması”yla izah eder (Küçükömer, 1994: 182). Bu kapana sıkışmışlık nedeniyle “Dış kapitalist koşulların izniyle (…) üretim güçleri gelişebilirdi” demek zorunda kaldı (Küçükömer, 1994: 109). O'na göre “Kapitalizmin merkantilist dönemine geçemeyen bu imparatorluk yerli üretim güçlerini değil muhafaza ettirmek, onları tasfiye ettirici nitelikte bir fırtınaya yakalanacaktır” (Küçükömer, 1994: 184). Küçükömer'in yaklaşımında devletin fabrikalar kurması yoluyla üretim güçlerini genişletmesi 1718'den beri başarısızlıkla sonuçlandı. Büyük toprak sahiplerinin topraktan elde ettiği artık değeri endüstriye yatırıp üretim güçlerini genişletmesini bekleyemeyiz. Batı'dan gelen kapitalizm ise emir vermekte olduğundan kapan kırılamıyordu.
Sencer Divitçioğlu, Küçükömer'in “devlet” tezini şöyle izah ediyor: Toplum ve devlet hep birbirini gerektirmiştir. Toplum yaratıldığı andan itibaren devleti bağrında taşır. Batı'da iktidar çoklu düzeyde bölünmüştür. Bölünmüşlüğün ilki yasama, yürütme, yargı düzeyinde yani örgütlenmededir. İkincisi politik, ekonomik, ideolojik düzeyde yani işlevseldir. Üçüncüsü ülke, bölge düzeyindedir. Bunlar rekabetçi yapı kurar. Bölünmüşlüğe dayalı bütünlük sivil toplum oluşturur. Batı'da bölünmüş erkler arasında benimsenen ilke siyasal eşitliktir. Erkin bölünmüşlüğü, devletin bölünmüşlüğü değildir. Doğu'da hükümdar, yani “bir”, bütün toplumun sürekliliği adına politik erki/otoriteyi kullanır. Doğu toplumlarında ayrışmış iktidar birimlerinin bir araya gelmesiyle oluşturduğu devlet yoktur. İktidarın tek sahibi toplum adına hareket eden devlettir. (Divitçioğlu, Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, YKY, 2013: 150-152). Atüt'ü sol'dan çok Müslümanların tartışması gerekir.