Türklerin Hz. Nuh'a varan şeceresi hakkında söylediklerim Nurettin Topçu'ya intisabıma rağmen bir Topçu eleştirisidir. Bu görüşümün kaynağı olarak Oğuzname veya Oğuz Destanı gibi metinleri esas alırım. Türkiye'de İslâmcılık düşüncesinin müntesiplerinin bu görüşlerime “anakronik” demesi iki şekilde izah edilebilir:
1) İslâmcılar Mısır-İran-Pakistan kökenli aydınların Semitik (Hz. Nuh'un oğlu SAM'dan gelen) tarih felsefesinden etkilendiler;
2) İslâmcılık düşüncesi Osmanlı'nın parçalanması sürecinde ortaya çıkan bir tefekkürdür ve Müslümanların siyasi merkezini İstanbul'dan başka bir coğrafyaya taşımak isteyen siyasi hesaplarla şekillenmiştir.
Bu iki gerekçeden hangisi olursa olsun İslâmcılık düşüncesi, Anadolu'da onlarca etnik topluluğun ittihadından teşekkül etmiş “töreli toplum” fikrine uzak kalmıştır.
Anadolu, Türklerin göç dalgalarıyla inşa edilmiştir. Bu göçlere erken dönemler için "tevhid göçü" yani "hicret" diyebiliriz.
Benzer göç dalgaları Balkan Savaşları (1912-1913), Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan'da imzalanan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” (1923-1930) ile de görülmüş ve Anadolu nüfusunun harmanlanmasına yol açmıştır.
Anlaşılacağı üzere Anadolu'da nüfusun “Türk” olmasının yegâne ayırıcı vasfı, “Müslüman” olmaktır. Bu nüfus, etnik kökenini temel hukuk davası saymadan ve mallarını, akrabalarını, mülklerini feda ederek Türkiye'ye gelen mahviyetkâr inanç adamlarından oluşmaktadır.
Osmanlı sınırları savaşlarla Anadolu'ya doğru çekildikçe, yukarıda bahsi geçen etnik kökeni Türk olmayan Müslümanların bugünkü Türkiye sınırlarına hicret ederek Anadolu'da teşkil ettiği kütleye “millet” denir.
Bu hadise Hz. Peygamber'in Medine'de gerçekleştirdiği “Müslüman millet” inşasının izlerini taşımaktadır.
Osmanlı devlet faaliyetinin Anadolu'ya çekilmesiyle birlikte hareket eden “Müslüman millet” tasavvuru bir “ittihad” anlamı taşımaktadır.
Ancak İslâmcılık düşüncesi, “ittihad-ı İslâm” fikrini Osmanlı'ya isyan eden Mısır, Arabistan, Filistin Araplarının farklı farklı devletlerinin bir araya gelerek kurması gerektiği şeklinde anlamıştır. Bu zevata göre Osmanlı'nın “tek millet” saydığı Müslümanlar, milliyetçilik fikrine saparak her etnik yapının kendi devletini kurmasını ve kurulan devlerin “Birleşmiş Milletler” veya “Avrupa Ortak Pazarı” modeline benzer teşkilatlarla “ittihad” etmesini dile getirmeye başladılar.
Nurettin Topçu'nun yukarıda dile getirdiğimiz paradigmanın sadece yarısını kabul ettiği, ancak “İslâm öncesi putperest-şaman Türklük” gibi bir tasniflendirmeyle Nuh'tan gelen “hanif Türk” hakikatine sırt döndüğünü görmekteyiz.
Türklerin Hz. Nuh'a varan şeceresi günümüzde İslâmcılığın kök düşünürleri arasında sayılan Necip Fazıl'da sadece bir iki paragrafta zikredilmiştir:
“Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu Nuh Peygamberin oğlu Yafes'e kadar bir çizgi uzatılan biz, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğunun mümessili olduk. Gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğunun mümessili halinde Batı dünyasını çiğnedik ve gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğu'nun mümessili halinde Batı dünyasına çiğnendik. İkinci birincisinden sonra oldu ve (bir) bitince gayet tabiî olarak (iki) geldi. Doğunun Arap, Fars, Hint ve Çin gibi büyük mümessilleri, belli başlı zaman ve mekânlarda eserlerini verdikten ve durgun güneş altında hamle ve hayâtiyet revnaklarını kaybettikten sonra, Doğunun kendi içindeki rakip gelişme cereyanları altında silinip gittiler. Fakat Türk, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda, Doğuyu Araplardan en büyük iş ve hamle plânına çekti; bütün dağınık kıymetleri, baş ideolocya hâlinde nefsinde yaftaladı. Böylece Batının ve bütün dünyanın yeni çağından biraz evvel ve biraz sonra hem taarruz eder hem de taarruza uğrarken, öz bünyesinde Doğuyu heykelleştirmiş oldu” (Kısakürek, 2010: 67).
Yazdıklarım bu cümlenin altını doldurmakta ve tarihte “İslâm öncesi bir devir” olmadığı inancıyla da onu delillendirmektedir. Ancak Türkiye İslâmcılığı, Necip Fazıl'ın da savunduğu bu (Hz. Nuh-Yafes-Türklük) düşüncesinin muarızı haline gelerek tarihsiz, geçmişsiz köksüzlüğü büyütmektedir.
İslâmcıların siyer okumalarında Hz. Peygamber'in Varaka gibi “hanif”lere ulaşarak kendisine inen vahyin hak olup olmadığı hakkında danıştığı rivayetleri yer almaktadır.
İslâmcılar Araplar içinde “hanif” olduğunu kabul ederken, Türklerin Yafes'ten gelen bir “hanif”lik ile müşerref olabileceği iddiamı “ırkçılık” olarak değerlendirmektedir.
Açıkça ifade etmekteyim ki, Türklük, Hz. Nuh'un tevhid inancını sürdüren Yafes oğullarının haniflik esaslarıyla oluşmuştur. Allah, Yafes'in sülalesinden bir de adı Oğuz olan bir nebi/peygamber göndermiştir.
Oğuz boylarının Arapların Arabistan'dan sürdüğü, Haram topraklarda barındırmadığı ehl-i Beyt'in evlatlarına gelin vermesi de Türklüğü iki misaklı (Hz. Nuh'un misakı ile Hz. Muhammed'in misakı) kılmıştır. Böylece Türk, hem Hz. Nuh'un töresine hem de Hz. Peygamber'in (asv) sünnetine tabi bir varlık olarak tarihe çıkmıştır. Başka türlü Anadolu'da ehl-i kitap toplulukların ve Roma hukuk düzeninin karşısında durabilmek ihtimali de bulunmamaktadır. Anlaşılacağı üzere bizim Anadoluculuğumuz, Nurettin Topçu'nun Anadoluculuk düşüncesini hem güncellemekte ve hem de bu teoriyi yeniden inşa etmektedir.
Türklerin iki misakla İç Asya'dan Mısır'a kadar inerek devletler kurması (Tolunoğulları: 868-905), iki kıblenin ve Müslüman toplumların korunması içindir. Araplardan destek bulamayan Türklük en sonunda Bizans'ın elinde bulunan topraklara yönelmiş ve Hz. Peygamber'in “İstanbul'un fethedilmesi”ne dair işaretine talip olarak Anadolu'ya gelmiştir.
Türklük, ilâyı kelimetullah uğrunda Haçlılarla savaşırken, Araplar Türklerden ne kadar toprak koparabileceğinin hesaplarıyla uğraşmaktaydı.
Anadolu, bağrına bastığı millet olan Türk ile Arap oyununu bozmaktadır.
- Kısakürek Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 2010