Lütfi Bergen

Anadoluculuk ve Türk’ün Kanadı At

11.07.2018 02:16:00

1995'te Dergâh Dergisi'nde “tekniğin kitleselleştirilmesi”ni mesele edindiğim yazılarımla Anadoluculuk akımı içinde düşünce üretmeye başladım. Beni bu akım içinde konumlayan gerekçe, Nurettin Topçu'nun anti-endüstriyel köycülük düşüncesiyle İsmet Özel'in Üç Mesele'de ortaya koyduğu teknoloji (Batı uygarlığı) karşıtlığı idi. Kalın Anadoluculuk-İsmet Özel'e Bir Cuma Mektubu kitabımda da ifade ettiğim üzere İsmet Özel'in Anadoluculuk akımı içinde yer aldığını düşünmekteyim.

İlk kitabım Azgelişmişlik Üstünlüktür'de (1996) temellendirmeye çalıştığım modern Batı eleştirisinin, Türk'ün Kanadı At kitabında daha da radikalleştiği söylenebilecektir. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünün başlığı bir yargı içeriyor: Teknoloji Fıkıh Dayatıyor.

Nurettin Topçu'nun düşüncesi çerçevesinde ele aldığım yazılarda bu akımın düşünce krizlerine de işaret ederek fikir vermeye çalıştım. Topçu'ya göre Türkler Anadolu'ya göçebe olarak geldi ve çiftçiliği Etilerden öğrendi. Oysa At ve koyun yetiştiren Türklerin çiftçilik de yaptığı açıktır. Ancak erken dönemde de merhum ve üstadım Topçu'ya yönelttiğim bir ekol içi eleştiri oldu. İsyan Ahlâkı kitabına Haluk Burhan müstearıyla kaleme aldığım Ahlâk Ayaklanması (1999) çalışmasıyla bir cevap yazdım. Ahlâk Ayaklanması kitabında Topçu'nun Hallaccı isyanına karşı Hacı Bayram-ı Veli'nin cemaatçi ve şehirli toplum inşasını teklif ediyordum. Bu kitap yayınlandıktan sonra uzun bir süre (1999-2008) yazı yazmaya ara vermek zorunda kaldım. Zira geldiğim zeminde ilerleyemiyordum. Topçu'nun “köycü” perspektifiyle İsmet Özel'in anti-teknolojist tutumu beni kıstırmıştı. 2008'e kadar yazıdan elimi çektim ve kendimi okumalarıma verdim. Notlar aldım.

2008-2015 arasında Anadoluculuğun “köycü” perspektifini önce “dirlik” kavramıyla aşmayı denedim. İsyandan Dirliğe başlığıyla yayınlanan bu kitabın alt başlığını Anadolu'da Yerli Olmak şeklinde belirlemiştim. Bu kitapla Osmanlı toplum düzeninde mahalle-şehir sistemi ve kırsalda tımar sistemi hakkında bir perspektif geliştirdim. “İslâm şehri” paradigmasının getirdiği perspektif, Türkiye'nin üç tarz-ı siyasetini oluşturan akımlara da “Batı kenti”ne öykündükleri için itiraz yükseltmekteydi.

Şehir meselesi bir başlangıç noktası oldu. Böylece “Batı'nın ilmini alalım” fikrini savunan düşünce ekollerinin Namık Kemal'den beri Batı kentlerini (Londra, Paris) örnek kabul ettiğini, Batı kentlerinin Hz. Peygamber'in inşa ettiği Medine'den, Farabi'nin teklif ettiği “fazıl şehir” tasavvurundan koptuğunu gösterme fırsatı verdi. Şehirle ilgili çalışmalarımda seçtiğim kitap başlıkları da “Batı kenti-İslâm şehri” ayrıştırmasını vurgulamayı amaçladı: 1) Kenti Durduran Şehir, 2) İnsanın Beşinci Zindanı, 3) Kent-İslâm ve Kapitalizm, 4) Şehir Sünnettir.

2015 sonrası çalışmalarım -ki kanaatimce üçüncü dönem olarak kabul edilmelidir- kentleşme süreçlerinin İbn Halduncu paradigmaya dayandırıldığı iddiasını yükseltir. Görüşüme göre Türk düşüncesi, İbn Halduncu nazariyeye bağlılığı nedeniyle kentleşme süreçlerini onaylamaktadır. Ayrıca İbn Haldun, Türk siyaset felsefesinin temelinde yer alan “aile” yerine “asabiyet” meselesini getirdiği için Anadolu ile bağdaşmayan görüşlerin temsilcisiydi. Ayrıca İbn Haldun'un Kolonizatör Türk Dervişleri'nin ve Ahi-Fütüvvet topluluklarının Anadolu'da îsâr ahlâkıyla yaptığı çalışmalara izah getiremeyeceğini gördüm.

Bu noktada Nurettin Topçu'nun “köycülüğünü” de İbn Haldun'un hadâret-bedâvet gerilimi içinde ele almak gerektiği fikrine vardım. Nurettin Topçu'nun sanayi kentine direnişini ve İbn Haldun'un bedâvet saydığı ve cesur/civanmert/fedakâr insanların umranı olarak kabul ettiği ziraate (çiftçiliğe) kaçışını “ters umrancılık” olarak değerlendirdim. Yazılarımdaki “şehir” vurgusu, Topçu'nun “köy” vurgusuna yönelik bir eleştiriydi.

Kente ve köye karşı geliştirdiğim “şehir” tasavvuruna hangi gerekçeyle sığınmaktaydım?

2008 sonrasındaki yazılarımdaki ön-kabul, “İslâm şehri”nin ilk kez Hz. Âdem tarafından ve insanlık tarihinin başında, üstelik “şehirlerin anası” olarak kurulduğu yolundaydı. Hz. Âdem ve salih evlatlarının (töresi/yasası bulunan aileler toplumunun) “şehir durumu”nda yaşadığını, barbarlaşmanın ve totemci mağara hayatına geçişin Kabil'in fazıl toplumdan (aile düzeninden) ayrılmasından sonra ortaya çıktığını iddia etmekteydim. Bu kabul beni, Ali Şeriati'nin Habil-Kabil çatışmasını yorumlama biçiminden de modern kadın hareketlerinin aileyi tazyif eden ideolojilerinden de ayırmaktaydı.

Türk'ün Kanadı At kitabı, yukarıda özetlediğim görüşlerimin Anadolu öncesi Türk tarihine uygulama denemesidir. Böylelikle Anadolucuların Türk tarihini 1000 yıl önce Anadolu'da başlatan paradigmalarını bu kitapla yanlışlamayı denedim.

Anadoluculuğun “İslâm öncesi-İslâm sonrası” tasnifini reddederek Türklerin Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in torunu “Türk” adlı atadan geldiğini, misaka uyanların ve tek Allah'a inananların Müslüman sayılması gerektiğini ve onların “töreli-misaklı yürüyen şehirli toplum” olarak yaşadıklarını ileri sürdüm. At vesilesiyle Türkler yaylak-kışlak şeklinde tezahür eden iki yerleşimli bir şehir modeli geliştirmişlerdi. Aynı zamanda At, “para” olarak kullanılıyordu. İbn Haldun'un “Bedeviler zanaatkâr değildir” sözünü esas alırsak Türkler demir işçiliğinde çok üstün olduğuna göre bedevi de göçebe de sayılamazlardı. Türkler çadırlarını araba üstüne kuruyorlardı. Bu nedenle "göçer-evli" veya "yürüyen şehirli" idiler. Bir savaş anında bu arabaları halka şeklinde diziliyor ve "kale şehir" haline geliyordu. Kitapta araba ve demir üzerine önemli bir tartışma koyduğumu ifade edebilirim.

Türk'ün, tarihin başlangıcı sayılan Sümer uygarlığından çok önce ve “medeniyet” halinde zuhur ettiğini ifade ettim. Türk'ün, “töreli toplum” demek olduğu kabulünden hareket eden bu düşünce, onların “atlı şehir”ler kurarak yaşadıklarını ileri sürmektedir.

“Türk, ata binince dirilmiş, attan inince yorulmuş”, “Ata binince Allah'ını, inince de atını unutma”, “Kuş kanadı ilen, Türk atı ilen”, “Hunlar at üstünde yerler, içerler, konuşurlar, alış-veriş yaparlar, uyurlardı”, “At başka kavimleri yalnızca sırtında taşır, ama Hunlar at üstünde ikamet ederlerdi” gibi atasözlerine yaslandım ve bu sözlerin “şehir tasavvuru”yla ilişkili olduğu fikrine vardım.

Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'un putperest babasıyla İslâm (Tek Allah) için savaşması da misaka bağlı Nuh-Yafes oğullarına neden teveccüh edilmesi gerektiğini göstermektedir. Putperest kavimler, töreli (Nuh'un misakına bağlı) Türkmenleri İç Asya'dan çıkarmıştı. Horasan'a gelen Oğuz boyları, bu beldede Araplar tarafından Harameyn'den çıkarılan Hz. Ali'nin evlatlarıyla karşılaşırlar. Böylelikle iki misak Türklükte buluşur.

Nuh Peygamberin misakına bağlanan Oğuzların, Hz. Peygamber'in misakına bağlı olan Ehl-i Beyt'e gelin vererek akrabalık tesis etmesiyle Anadolu, iki kıbleye (ve İslâm toplumlarına) saldırıyı amaçlayan Haçlı ordularına karşı mukavemet etmek için mevzilenmeyi zarurî kılan bir coğrafya haline geldi.

Anadolu'nun tarihin eski devirlerinden itibaren peygamberler yurdu olması, Hz. İbrahim'in ve Hz. Eyyüb'ün adlarının bu topraklarla anılması ve Hz. Peygamber'in Doğu Roma'nın merkezi İstanbul'un fethini hedef göstermesi, güncellemeye çalıştığım Anadoluculuğa peygamberler silsilesi içinde anlam kazandırmaktadır.

Hz. Nuh'un misakına bağlanarak yaşayan “töreli toplum” (“Türk”), İslâm'ın “tevhid ve aile” modeliyle kadim zamanlardan beri yaşamakta, aile düzeni gereği olarak da “şehir sistemi”ne göre yerleşmekteydi. Türk'ü hem “gazi” hem “derviş” hem de “aile sistemi” olarak tanımladım. “Töreli toplum” (Türk), yerleşme ve ulaşım düzenini tesis eden bir araç-yoldaş olarak atı ehlileştirdi ve onu demirle takviye etti. Türklüğün “at ve demir” sayesinde İbn Haldun'un Arap-Avrupa toplumları için öngördüğü bedâvet-hadâret gerilimine yakalanmadığına işaret ettim.

Batı'da kimi aydınların “otomobil” ve “gökdelen” ideolojilerine itiraz ettiğini biliyordum. Ancak onlar (ör: Illich) yine endüstri toplumunun ürünü olarak bisikleti ileri sürmekteydi. Avrupa'nın tamamen bisiklete dönmeye hazırlandığı sırada dahi ellerinde azımsanmayacak sayıda at bulundurduklarını fark etmiştim. Bu durumda modern zamanlarda Müslümanların ulaşım sistemi ile yerleşme düzenini değiştirmeye dair bir teklif getirmek gerekiyordu. Türkiye'de sanayileşme ideolojisi, atı tasfiye ederken ABD'de 9-10 milyon at bulunması beni şaşırtıyordu. Kitabın birinci bölümünde yer alan teknoloji eleştirisi bu arka plana yaslandı.

Türk'ün Kanadı At kitabının ikinci bölümü, Attan İnmeyesüz başlığı altında kaleme alındı. Bu bölümde yeniden bineceğimiz atlar hakkında oldukça detaya inen bilgiler vermeye çalıştım. Elbette eksiklikler bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in atıyla, Köroğlu'nun, Sarı Saltuk'un “sudan çıkan ve havada uçan” atları arasındaki benzeşmeleri vurguladım ve yeni zamanların Türklüğünü “ata binen töreli toplum” fikriyle yeniden inşa etmeye çalıştım.

Kitapta “devletin teknolojisi olur, halkın tekniği” fikrini de işleyerek İsmet Özel'in Üç Mesele'deki tartışmasına bir katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Sanıyorum artık Türkiye'de teknoloji eleştirisi bakımından gelen-ek sayılacak bir düşünce akımı doğmuştur.

Anadoluculuk yürüyor.

 

YORUM YAP