28.11.2015 tarihinde, Cumhurbaşkanlığı düzeyinde yapılmış bir açıklama medyaya şöyle yansıdı:
“Amaçları bölgeyi boşalttıktan sonra da art niyetli emelleri için orayı kullanmaktır. Suriye'ye yönelik müdahalelerin amacı DAEŞ'i bitirmek değil, bu bahane ile bölgede söz sahibi olmaktır.”
Yıllardır nüfusun kent politikalarıyla kentlere akmasına, kırsal alanın boşaltılmasına karşı çıkan bir çığlıkla yazıyoruz.
Nüfus, postmodern zamanların yeni silahıdır. Halk, el-Hâlik'in tecelligâhıdır.
Hatay'ın 1939'da plebisit ile Türkiye Cumhuriyeti'ne katılması nüfusun tekno-endüstriyel silahlardan üstün bir güç olduğunun ispatı sayılmalı.
Halkımızı kentleştiren; şehirlerin dokusunu, mimarisini, meslekî geleneklerini, geçimliklerini bozan yasaların etkisiyle Anadolu boşaldı. Nüfus, kentlere çekildi. Köyde yaşaması gerekenler de kentlileştirildi. En son 6360 Sayılı Kanun ile Anadolu'nun yüreği sayılacak bölgeler “köysüz kırsal kentlileştirme”ye maruz kaldı.
2000 yılında nüfusu 8 milyon düzeyinde seyreden İstanbul, bugün 16 milyon nüfusa dayandı. Kırsal bölgelerin nüfussuzlaştırılması, kentlerde yoğunlaştırılması uygulaması, hem binaların yükselmesine, servet temerküzüne, hem de insanımızın topraksızlaşmasına, tarihsel hafızayı yitirmesine yol açtı.
Kentlileşme ile kentleşme; kentlileşme ile kentlilik artık tefrik edilmeli ve köy-kasabaların kent lehine bozuma uğramasına fırsat verilmemelidir.
Kentlileşme, kırın ekonomik değerlerini devam ettiren kentselliktir. Kırsalda kentli gibi yaşamayı ifade eder. Fertler köyde yaşayıp, tavuk yetiştirmez hale gelince artık “köylü” sayılamazlar.
Kentleşme ise kent kültürü ile ilişkilidir. Kentler sermayenin -artı değerin yeniden üretim alanı haline gelmiştir. Bu nedenle kent, kırsal hayatı bozan ve onu yabancılaştıran kültür aktarımının merkezi, kara deliğidir. Kentleşme, şehirlerin kent kültürü ile dönüşümünü ifade eder ve köy-kasabaların da varoluşlarını bozan bir temsil-misal olur.
Mevcut şehirlerimizi bozduk. Önce kentlileştik, ardından kentleştik. Nihayet köy bırakmayan bir coğrafya düşüncesi geliştirerek metropollere-kent bölgelerine uğradık. Kurduğumuz toplum da bir piramite dönüştü. Oysa bizim toplum tasavvurumuz “daire”dir.
Yöneticiye “daire” sembolünden mülhem, “müdür” demekteyiz; bu kavram toplum tasavvurumuzu yansıtmaktadır. Halkın yönetimine “idare” denilmektedir. İslâm hiyerarşik bir toplum kurmaktan, devleti Leviathan kılmaktan bizi muhafaza etmiştir. Bu nedenle “daire-i adalet” bir çarktır. Masonların üçgeni değildir.
Adalet Dairesi içtimai tabakaları zaruri görmektedir: 1.Adldir mucib- i salâh- ı cihan (Adâlettir dünya nizamını sağlayan) 2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet) 3. Devletin nâzımı kanundur (Devletin nizamını kuran kanundur) 4. Kanuna olamaz hiç hâris illa mülk (Kanun ancak mülkle korunur). 5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Mülk -devlet ancak ordu ile zaptedilir) 6. Leşkeri cem' idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır) 7. Malı cem' eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır) 8. Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı'nın adâleti alır).
Daire-i adalette halk beş emniyetinin korunması karşılığında askerin teçhizatını ve iaşesini tedarik etmektedir. Böylece Osmanlı toplumunda kapitalizm çıkmamıştır. Nüfus olabildiğince coğrafyaya yayılmıştır. Osmanlı, nüfusun yatay-ufkî yerleştirilmesini “iskân politikaları” ile öncelikle gönüllülerle temin etmiştir.
Sonra düzen bozuldu.
Batı'dan aldığımız kentsel planlama modelleri “daire-i adalet” bırakmadı, kapitalist kentsel hiyerarşi inşa etti. Yükseltilmiş konutlar ailelerin bütün fertlerini çalışma hayatına katılmaya mecbur etti. Üretim ise halkın gündeminden çıktı, toplum hizmet sektöründe istihdam edildi.
Almanya'da da 80 milyon nüfus bulunuyor. En büyük kent nüfusu 6 milyondur.
İnancımız Batı kentinin karşısına nüfusla yoğrulmuş toprakta İslâm Şehri'ni koyuyor. Nüfus, millet olmanın sığınağını adil şehirde buluyor.
İnanan nüfus topraktan fışkırıyor. Toprağı tutan eller, mübarek.