Kadir Mısıroğlu

AB’nin nihai hedefi

25.10.2016 00:25:23

Şu günkü görünüşüyle başlangıçtaki saf "Katoliklik" maksadı, içinde her türlü mezhebi barındıran bir Hristiyanlığa inkılab etmiş bulunmaktadır. Bu kabuk çatlatma ve değişim daha da devam edecek ve böylece o, varlık sebebi olan dînî ve iktisâdı gayeler arasında bir tercih yapabilmek için bir yol ayırımına gelecektir.

Ve hiç şüphesiz Yahudi'nin ilkah edeceği tesirlerle ekonomi başa geçecek ve bu da iki koçun kafa kafaya gelmesi nev'inden, onu Yahudi enternasyonal gücüyle çatışmaya icbar edecektir. Yahudi'nin Avrupa Devletleri üzerinde bu rolü oynayabilmesi de masonluk sayesinde çok mümkün ve muhtemeldir. Zira Avrupa devletlerinin üst düzey siyâsî kadrolarının kâhir ekseriyetle mason olduklarından şüphe edilemez. Bunlarsa locadan gelen emri dinlememenin kendileri için ne büyük bir felaket olacağını gayet iyi bilirler.

AB'nin karşılaşması muhtemel bu tehlikeyi Yahudiler hesabına daha haklı ve gerekli kılacak bir faktör de bu birlikle Almanya'nın başı çekmekte olmasıdır. İki Almanya birleşirken, o zamanki İngiltere başbakanı Thatcher'in muhalefeti ve: “Avrupa'da üçüncü bir "Alman Reich'ı görmek istemiyoruz” tarzındaki beyanıdır.

Hatırlamakta fayda vardır ki, Thatcher kızlığında Hıristiyanlığa geçmiş eski bir Yahudidir. Bundan dolayı bu söz, bir şuuraltı baskısının eseri kabul edilmelidir. İki Almanya'nın birleşmesine ilâve-p ten Ortak Pazar'ın finansal merkezi olarak Frankfurt'un temayüz etmekte olması ve Alman siyâsîlerinde yeniden, eski emperyalist emellerin uyanması Yahudi tarafından hoş görülmesi imkânsız bir gelişmedir. Bunun çeşitli reaksiyonlarından biri de gizli Yahudi planlarıyla Alman nüfusunu yıllık bir milyondan ziyâde eksilmeye mâruz bırakılmasıdır. Yahudilerin bu karşıtlığı, Türkiye'nin nihâî bir safhada Avrupa Birliği'ne dâhil olmasını önlemeye müsaid bir keyfiyettir ki, biraz aşağıda tafsilatıyla izah edilecektir.

1774 Kaynarca antlaşmasıyla ilk defa büyük ölçüde arazi kaybeden Osmanlı Devleti'nde, münevver dimağlarda kendi inanç ve medeniyetinin mükemmelliğinden bir şüphe filizlenmeye başlamıştı.

O güne kadar "üstünlük duygusu (superiority complex)" sahibi olan Türkler, bu şüphenin gitgide filizlenmesiyle belli bir müddet sonra "aşağılık duygusu (infiriority complex) a kapılmışlar ve kendi orijinal hayat üsluplarını batıdaki mukabilleriyle tedbil etmek meyline kapılmışlardır. Bu temâyülün siyaset ve idare arenasında ilk tezahür şekli "Tanzîmât"tır.

1839 yılında ilan olunan Tanzîmât Fer-manı'yla superiority complex'ten vazgeçilmiş ve bundan böyle gitgide gelişecek olan bir "Batı hayranlığı" münevver kadroları büyük ölçüde, âdeta salgın bir paranoya hâlinde istilâ ettiği görülmüştür.

Ne yazıktır ki, aslında yanlış olan batı âlemi karşısındaki bu tavrın en dehşet verici yönü, Batıyı ilim ve teknik itibariyle asgarî yüz sene geriden takip etmiş olmaktır. Mesela yirminci asır hidâyetindeki mutlak teslimiyetin incelenmesi hâlinde taklid edilenin "on dokuzuncu asır materyalist Avrupası" olduğu görülür.

Bu yanlışın hâlâ devam etmekte olduğunu söylemek de mümkündür. Batı geçen asırda yaşadığı iki canhıraş, âlemşümul muhârebenln (Birinci ve İkinci Cihan Harpleri) tesirine ilâveten kaydedilen teknik terakkî karşısında din ve mâneviyâtını onunla te'lif ederek ayakta tutamamanın husûle getirdiği imânî, ahlâkî ve içtimâî buhranlarından kurtulmak için mâneviyâta dönüş çareleri aramakta bulunduğu hâlde, Türk yarı münevverler bu gelişmeyi görememiş, batı efkârı diye hâlâ materyalist telakkilerin takipçisi olmakta, Freud'larla, Darwin'lerle Marks'larla genç dimağları idlâl etmeye devam etmiştir. Bir Bergson'un Türkiye'de revaç bulmamış olması, ancak bu sakîm tutumla izah edilebilir.

darvin,marx, freud

 

Her ne hâl ise, olan olmuş ve Türkiye batıyı âzâd kabul etmez bir köle sadâkatiyle takip yoluna girmiştir. Bu yolun sonu, bugün gele gele Avrupa Birliği'ne geIip çatmıştır Şimdi bu safhada biraz da Avrupa'yı doğru anlamanın bu doğru anlayıştan sonra onunla siyâsî bir tek vâkıa hâlinde kaynaşmanın doğru olup olmayacağı üzerinde duralım.

Türkiye-AB münasebetlerindendoğacak muhtemel zararlar
Türkiye-AB münasebetlerinden giriş giriş vetiresi (süreci) boyunca bazı faydalar husûle gelecektir ki, bunlar aşağıda kısaca tâdâd edilecektir Ancak Türkiye'nin AB'ye girmesi hâlinde bu faydalarla dengelenmesi imkânsız derecede pek büyük zararlar da husûle gelecektir ki, bunların başında Ermeni meselesinin müstakbelde alacağı şekil zikredilebilir.

Ermeni Meselesi: Tarih boyunca ülkemizde büyük bir refah, huzur ve hürriyet atmosferi içinde yaşamış bulunan Ermeniler, Rusya'nın İskenderun'dan Akdeniz'e inmek emeline alet olarak "teb'a-yı sâdıka”lıktan çıkıp, ihânet yoluna sapmış olmalarıyla ortaya çıkmış olan ermeni meselesinin mahiyeti ve gelişmesi safhaları üzerinde duracak değiliz. Bunlar saded haricidir.

Bununla beraber şu kadarını söyleyelim ki, tarihte olmuş bitmiş ve küllenmiş bir hâdise olan ermeni meselesinde Türkiye'nin 1963 yılında imzaladığı bir anlaşmayla "Avrupa Ortak Pazarı"na yirmi senelik
bir giriş vetiresi (süreçi) sonunda, girme karan almasıyla yeni bir şekil almıştır. Zira bu hareket, Ermenilere davalarını nihâî bir safhaya intikal ettirebilmek için bir ümid kapısı aralamıştır.

ab_1

 

O da şudur: AB'ye müncer olan anlaşma ve kararların ilki 1956 yılında Roma'da imzalanmış olduğundan "Roma Anlaşması" diye meşhur olagelmiştir. Bu anlaşmanın üçüncü maddesinin c fıkrası, "mülkiyet edinme bakımından iştirakçi devletlerin teb'alarına aynen vatandaşlık hukukunda olduğu gibi bir hak" bahşetmektedir. Bu demektir ki, bu Birliğe dâhil olan devletlerin teb'aları birbirlerinin ülkelerinde diledikleri şekilde mülkiyet ve ikâmet hakkı elde edebileceklerdir. Bu durum, Avrupa Devletleri için bir mahzur teşkil etmemektedir.

Zira ekonomik durumları aşağı yukarı birbirine eşit olduğu cihetle topluluğa dâhil devletler arasında bir nüfus yer değişimi muhtemel değildir. Ancak Türkiye böyle değildir. Bugün bir Türk, parası varsa Londra'da veya Paris'te veya Almanya'nın herhangi bir yerinde vatandaş olmaksızın dilediği mülkü alabilir. Onların bundan korkusu yoktur. Çünkü bu, fiiliyatta da, Türk halkının fakirliği sebebiyle bir tehlike arz etmez. Hâlbuki Türkiye'de vatandaş olmayan bir kimsenin mülk alması çeşitli mahzurları sebebiyle tahdid edilmiş ve bakanlar kurulunun iznine tabi tutulmuştur. Özal döneminde sermâye celbi için Araplara bu istikâmette tanınmış olan hakkın bilâhare Anayasa Mahkemesi'nce
iptal edildiği mâlumdur.

thatcher_1

Devamı yarın...

YORUM YAP