Lütfi Bergen

2018 Seçimleri 1 - Saadet Partisi başkanlık sistemini niçin istemedi?

28.06.2018 23:09:13

Saadet Partisi “Başkanlık Sistemi” meselesinin gündeme gelmesinden itibaren bu modeli ısrarla “Parlamenter Sistem” mantığı ile ele aldı. Ancak parti 16 Nisan 2017 referandumu sürecinde de 24 Haziran 2018 seçim kampanyalarında da “Başkanlık sistemine karşı değiliz” söylemini geliştirdi.

Her iki sistemin birbirinden farklılığını ortaya koyarak Saadet Partisi'nin seçim yenilgisini izah eden bir analizi yazı dizisi olarak kaleme almaya çalışacağım.

İlk olarak “Parlamenter Sistem” hakkında bir izah yapılmalıdır.

Parlamenter Sistem: Halkın meclisi seçmesini ve hükümetin meclis içinden güvenoyu alarak kurulmasını öngören modele “parlamenter sistem” denilmektedir.

Parlamenter sistemde hükümetin kurulması Meclis'in onayına tabi tutulmuştur. Parlamenter sistemde yürütmeye karşı “güçlü meclis” mantığı işlemektedir. 2017 değişikliği öncesi 1982 Anayasa'sında “güçlü meclis” ilkesi şöyle düzenlenmişti:

Madde 109: “Bakanlar Kurulu, Başbakan ve bakanlardan kurulur. Başbakan, Cumhurbaşkanınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır. Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından Başbakanca seçilir ve Cumhurbaşkanınca atanır; gerektiğinde Başbakanın önerisi üzerine Cumhurbaşkanınca görevlerine son verilir.”

16 Nisan 2017 referandumu ile (21/1/2017 tarih ve 6771 sayılı Kanun kapsamında) madde 109 mülga edilerek meclisin (yasama organının) hükümeti “ataması” sistemine son verilmiştir.

Saadet Partisi'nin retorikte “Biz başkanlık sistemine karşı değiliz” ifadesinin tutarlı olup olmadığı hususu, ancak “yürütme” karşısında “parlamento”yu, yani “yasama”yı nasıl konumladığına bakarak anlayabiliriz.

İsmail Hakkı Akkiraz'ın Milli Gazete'deki “Saadet Partisi ve Başkanlık Sistemi” başlıklı yazısında, Parti'nin meseleyi ele alışı, Temel Karamollaoğlu'nun basın açıklamasından alıntı yapılarak yansıtılmıştır:

“Biz prensip olarak başkanlık sistemine karşı değiliz. Millî Görüş olarak bu meseleyi 1970'li yıllarda ilk gündeme getiren biz olduk. Ancak, o günün koşullarında bu pek rağbet görmedi. 1990'lı yıllarda konu yeniden gündeme geldiğinde yine biz bu konuya olumlu yaklaşmış, bugün söylediğimizi o gün de aynen söylemişiz. Biz dokunulmaz bir başkanlık sisteminden yana olamayız. Başkan yürütmenin başı olsun, seçildikten sonra bakanları kendisi atasın, böyle bir hükümet millet meclisinin onayına da sunulmasın, bu olabilir. Ancak bizim başkanlık sistemi ile ilgili olarak olmasını istediğimiz iki şey daha vardır. Bunlardan birincisi GÜÇLÜ BİR MECLİSİN bulunmasıdır. Bu meclis üç şeyi yapmaktan sorumlu olmalıdır.
1) Kanunları yapmalıdır.
2) Bütçeyi yapmalıdır.
3) Başkanı denetlemelidir.
Bu üç görevi meclis yerine getirmelidir. Denetim dışı kalan bir başkanlık sistemi bugün olmasa da yarın ülkeyi içinden çıkılmaz bir felakete doğru götürebilir. Burada önemsediğimiz bir konu da Başkana Meclisi fesih yetkisinin verilmemesidir. Eğer meclisi fesih yetkisi başkanın elinde olursa, böyle bir meclis çalışamaz. Meclis, meclis olmaktan çıkar. Bu fesih yetkisi, ülkeyi diktatörlüğe götürebilir. Bu da ülkenin hayrına olmaz. Meclis ile ilgili olarak temel yaklaşımlarımızdan birisi de %10'luk barajın tamamen kaldırılmasıdır. Çünkü başkanlık sitemi ile yönetimde istikrar sağlanmış olacağından, barajın nedeni ortadan kalkmış olacaktır. Meclis bütün milleti kucaklayan bir kurum olmalıdır. Bu meclis, bütün düşüncelerin temsil edildiği bir meclis olursa, bunun ülke barışına olan katkısı büyük olur” (Akkiraz İsmail Hakkı, Saadet Partisi ve Başkanlık Sistemi, Milli Gazete, 07.12.2016).

Temel Karamollaoğlu'nun İsmail Hakkı Akkiraz'ın yazısına yansıyan yukarıdaki görüşleri şunu ifade etmektedir:

Saadet Partisi, Cumhurbaşkanı'nın (hükümetin) halk tarafından seçilmesini kabul etmekle beraber, gerçekte Cumhurbaşkanı'nın ülkeyi idare etmesine izin vermek yanlısı değildir. Zira SP, yukarıda kayda geçen beyanlarıyla, hükümetin bütçeyi yapmasına izin vermemek ve hükümeti aktif şekilde denetlemek yanlısı olduğunu göstermekte; ayrıca meclis oylamasına katılacak partilerin baraj problemlerini kaldıracak bir düzenleme istemektedir. Böylesi bir talep, düşük oy aldığı halde meclise girebilmiş küçük partilerin hükümeti düşürebilmesine fırsat verecektir.

Saadet Partisi'nin (Karamollaoğlu'nun) bu teklifi, hükümetlerin kendi programlarını uygulamasına fırsat verecek finansal kararlar almasını engellemeye yöneliktir. Oysa Başkanlık Sistemi, “hükümet olacak partilere kendi programlarını uygulamayı sağlayacak makul süreyi vermek”tedir.

Anlaşılacağı üzere SP, geçmişte oynadığı “anahtar parti” rolünün anayasal zemininde durmak istemektedir. Saadet Partisi'nin Başkanlık Sistemi'ne geçişe direncinin temelinde, 2017 referandumu öncesinde mevcut bulunan ve fakat Anayasa değişikliğiyle mülga edilmiş maddelerinin muhtevasındaki grup kurmuş partilere verilen gücün kaybedilmesinden duyulan rahatsızlık bulunmaktadır. Bu geçişe itirazın kamu menfaatini öncelediği konusunda emin miyiz?

Saadet Partisi, mülga edilen Anayasa maddeleri sebebiyle Meclis'te “hükümet eleştirisi” yolundaki "retorik siyaset" gücünü kaybetmiştir. Diğer değişle Erbakan Hoca sonrası dönemde Parti, siyaset üretememek durumuna gelmiştir. Dolayısıyla Parti, Anayasa değişikliği sonrası kurulan (ki referandum yapılmış ve yeni sistem artık müesses olmuştur) yapı için yeni siyaset tarzları geliştirmek yerine Anayasa'nın mülga maddelerine referans veren bir siyaset dili geliştirmiştir.

Saadet Partisi'nin teklif ettiği “Başkanlık” modeli, “ne deve ne kuş” misali gibidir ve bu nedenle “Parlamenter Başkanlık Sistemi” gibi bir isimle adlandırılabilecek “kurnazlığa” başvurmaktadır.

2017 Anayasa değişikliğiyle birlikte partilerin TBMM'inde “Meclis Grubu” kurma imkânı kalmamıştır. Anayasa'nın mülga 99. Maddesi (Gensoru), mülga 100. Maddesi (Meclis soruşturması), mülga 109. Maddesi (Bakanlar Kurulu'nun Kuruluşu), mülga 110. Maddesi (Göreve başlama ve güvenoyu), mülga 111. Maddesi (Görev sırasında güvenoyu), mülga 112. Maddesi (Görev ve siyasi sorumluluk), mülga 113. Maddesi (Bakanlıkların kurulması ve bakanlar), mülga 114. Maddesi (Seçimlerde geçici Bakanlar Kurulu) önceki dönemde partileri iktidar (hükümet kuran) parti veya koalisyon hükümetlerini “yürütme görevleri”ni yerine getirmede başarısız kılmayı sağlayacak araçlarla donatmaktaydı.

Anayasa'nın mevcut 95. Maddesi “Siyasî parti grupları, en az yirmi üyeden meydana gelir” hükmünü getirdiğinden eğer Parlamenter Sistem devam etseydi (Anayasa'nın 99. Maddesi mülga olmasaydı) meclise girebilmiş ve yirmi milletvekili ile grup kurabilmiş bir parti, hükümete (yürütmeye) “Gensoru” vererek onun düşürülmesini sağlayabilirdi.

Nitekim hatırlanmalı ki, CHP Grubu 1977'de Süleyman Demirel başkanlığındaki İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti hakkında gensoru açılması için önerge vermişti. Gensorunun konusu II. MC Hükümeti'nin içte ve dışta güvenliği sağlayamadığı, halk çoğunluğunu yoksulluğa sürüklediği iddiası içermekteydi. 31 Aralık 1977'te Meclis'te yapılan oturumda hükümet güvenoyunu sağlayamadığı için, AP-MHP- MSP'nin oluşturduğu İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti düştü. Sadece beş ay iktidarda kalabilen bu hükümetin düşmesinde AP'den ayrılan 11 milletvekilinin CHP'ye katılması etkili olmuştur.

Geçmişe bakıldığında, Saadet Partisi'nin savunduğu “güçlü Meclis”, grupların sahip olduğu gensoru silahıyla Milli Görüş'ün iktidarda ortak olduğu ve hizmet edeceğini umduğu bir hükümete son vermiştir.

Bugün Saadet Partisi'nin ülkeye faydalı olacağı iddiasıyla savunduğu ve teklif ettiği model Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi anlamında bir “Başkanlık” sistemi gibi görünüyorsa da aslında “Parlamenter Sistem”dir.

YORUM YAP